7 Kasım 2017 Salı

Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan
Oğuz Atay
Sayfa Sayısı: 272
İletişim Yayıncılık
52. Baskı, İstanbul, 2017

Ne  yazık ki insanların kalabalık bölümü, olanları biraz büyütemezsen pek etkilenmiyor. Tek başına elli kişiyi birden kılıçtan geçirdiğini anlatmazsan kahraman olamıyorsun. (s.79)

Dil ve Anlatım dersi için okudum. Oğuz Atay’ın dilini anlayamıyorsunuz, onun tam edebi yönünü kestiremiyorsunuz çünkü bir biyografi anlatısı. Ama kitap bambaşka şeyler sunuyor size. Türkiye’nin bilim, insan hakları, eğitim ve benzeri konulardaki açığını, Oğuz Atay yer yer ağır eleştirilerde bulunarak tenkit ediyor, yıllardır gün yüzüne çıkmayan gerçekler bu kitapta birer birer tam on ikiden vuruluyor. Yıllarca saydırdığımız sistem, aslında insanlardan kaynaklı olarak da böyle. Çünkü bizim kültürümüze ve genlerimize işlemiş okumamak, tembellik, yatma ve çözüm getiremediğimiz şeyleri eleştirme hakkı bulmamız. TÜBİTAK  ve Jale İnan’ın (Mustafa İnan’ın eşi) desteğiyle Oğuz Atay’dan yazılması için rica edilmiş bir kitap.

Mustafa’da okumuş bir mühendis, Mustafa’da okumamış bir mühendisten daha iyi bir mühendistir. (s.255)

  Biyografi, bir profesör ve Anadolu’nun köylerinden gelmiş bir Türk gencinin anlatımıyla okuyucuya sunuluyor. Genç, büyük şehirde bir yerde üniversite kazanmıştır ve yeni geldiği bu kozmopolit yere yabancıdır. Daha sonra bilmediği bir kapıya ulaşır, orada bir bilim ödülünün verilmesine şahit olur. O sırada da üniversite görevli biriyle tanışır, daha sonra profesör olduğunu öğrenecektir bu yaşlı adamın. Sonrasında ikisi birlikte vakit geçirerek bu ödülün verildiği, yani 1967’de vefat etmiş olan Mustafa İnan’ın hayatını didiklemeye başlarlar.

Derler ki, insan roman yazmaya, başka romanları okuyarak özenirmiş; hayatı roman gibi olduğu için, sırf bunun için roman yazmış biri görülmemiş. (s.261)

  Mustafa İnan çok yönlü, aydın ve çağdaş bir bilim insanı. Sonuna kadar milliyetçi olmasına rağmen her zaman yenileşmeye açık. Fransızlar Adana’yı işgal ediyor o çocukken daha, birinci dünya savaşı yıllarında, zorlu bir hayat yaşıyor. Oradan İTÜ’ye geliyor inşaat mühendisliği okumaya, İsviçre’de eğitiminin son yıllarını tamamlıyor. Orada ısrar ediyorlar kalması için ama kendisine ülkesine adayan ve onun gelişmesi için çabalayan Mustafa İnan bunu reddediyor.

Daha insanlarımız arkalarında belge bırakmaya alışmamışlar. “Günlük” tutmak gibi bir alışkanlıkları da yok. Aklında ne kalmışsa onu söylüyor. Ölüp gidince bundan da yoksun kalıyoruz. Aklımıza gelen her şeyi bir yana yazmak ayıp olur diye düşünüyoruz herhalde; hele başkaları için düşüncelerimizi de dedikodu olur diye kağıt üzerine geçirmekten çekiniyoruz. Kalıcı bir şey bırakmaktan korkar gibi bir halimiz var. Öyle ya, bu dünya da gelip geçici değil mi? İşte ülkemiz meydanda: Öteki dünya ile ilgili yapılan dışında, kalıcı bir şey bırakmamaya dikkat etmişiz. (s.259)

  Aşırı düzenli ve prensip sahibi bir insan. Yurtdışında ilk doktorayı da Mustafa İnan yapıyor. Divan Edebiyatı’yla ilgileniyor. Hatta Yahya Kemal’in selimanmesi’ni baştan aşağı ezberledikten sonra, bir de sondan başa ezberliyor! Dil konusuyla, kelimelerin kökenleriyle ilgileniyor. Yabancı dil de biliyor. Fransa, Almanya, Mısır, Ortadoğu, İngiltere, Amerika ve Hindistan gibi pek çok ülkeyi ziyaret ediyor. Müthiş bir bilgi birikimi var. Öğrenme merakı çok fazla. Kitap bittikten sonra onun ülkemiz için ne kadar büyük bir değer olduğunu, ne kadar çok şey yaptığını, uğraşlarına rağmen yorucu bir hayat sürdüğünü bilmek gerçekten çok acı oluyor.

  Ayrıca aşırı sürükleyici ve okudukça insana ilham veren, şaşırtan, sonlara doğru duygulandıran bir eser olduğu da su götürmez bir gerçek. Aslında bir hayat bu, yaşanmış bir şey ama Türk gencine hayal gibi görünmesi de bir o kadar üzücü. 

  Öldükten sonra insanlara değer biçmek de ikiyüzlülüğümüz bir göstergesi. İTÜ’de rektörlük yaparken öğrencileri sonuna kadar dinleyen, kimseyle tartışmaktan hoşlanmayan, çağdaş, aydın ve ileri, ülkemiz şartlarında gelmesi pek de zor olan. Işıklar içinde uyusun.


Bilir misin Mustafa bir adama çok kızdığı zaman ne dermiş? Jale Hanım anlatırdı: “Yahu Jale, düşünebiliyor musun, adam samimi değil,” dermiş. Mustafa için bundan büyük suç olamazdı. Haklıydı: Samimi olmayanlara düşünme sanatından, dil ve matematikten, Büyük Arya-Dharma’dan, Kızılderililerin uğradığı haksızlıklardan, din ve ilimden, idare ve matematikten, fizik ve kronolojiden, nefis kontrolunden, yurdu terk eden kabiliyetlerden, müzik ve matematikten, tolerans ve tabiattan, soyadı alınırken takip edilen yollardan, akıl hareketlerimizin tek rehberi olabilir mi’den ve kibernetikten söz edilebilir miydi? Kibernetik de neydi efendim? (s. 188)