30 Nisan 2017 Pazar

Suç ve Ceza (Prestupleniye i Nakazaniye)
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Sayfa Sayısı: 687
Çevirmen: Mazlum Beyhan
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
18. Baskı, Mart 2016, İstanbul

4 günde bitirdiğim başyapıt, nisan ayının son kitabı. Dünya üzerinde yazılmış, gelmiş geçmiş en iyi, en sarsıcı eserlerden bir tanesi. Raskolnikov başarılı bir üniversite öğrencisidir ancak maddi yetersizliklerden ötürü hukuk öğrenimi bırakmak zorunda kalır. Paranın ne olduğunu bile bilmeyen insanlar bunun üzerinde ahkam keserken, Raskolnikov da tefeci ve bir tesadüf eseri orada olan tefecinin kız kardeşini baltayla keser. Kitap, Raskolnikov’un psikolojisi, reddedişi, itirafları, cezaevindeki durumu ve geniş anlamda bu karakterin ruhsal dünyası üzerine kurulmuş bir edebi harikalar diyarıdır. Bu cinayetler onun sonunu getirirken, aynı zamanda yeni bir başlangıç da yazacaktır.

  Karakterlerin bu kadar özenle işlenişini barındıran ve bir klasik olmasına rağmen sürükleyiciliğini koruyabilen, son sayfaya dek merak ettiren o güzelim kitaplardan bir tanesi. Raskolnikov’un sancılı süreci harika bir şekilde kaleme alınmış. Cinayet işlemeden önce kontrolü elinde tutabileceğini zannederken, bir anda her şey birbirine giriyor ve bu onun sonu oluyor. Halüsinasyonlar, kabuslar sarıyor etrafını, ölmeye bile mecali kalmıyor bir süre sonra. İşlediği cinayet de hiçbir zaman para için olmamıştır, kendisini ne kadar zorlayabileceğini, dünyaya yararının aksine zararı olan insanların süpürülmesini adil bularak öldürür, bir Napolyon olabilecektir zira. Belki çektiği sancılar tefeciyi öldürmekten değil de, masum bir insanı, kız kardeşi öldürmenin getirdiği ağırlıktır. Her birimiz biraz da olsa Raskolnikov’uz aslında.


  Beni en çok etkileyen sahnelerden bir tanesi ise Svidrigaylov ve Sonya’nın arasında geçen olay, ve Svidrigaylov’un intiharı oldu. İntihar etmeden önceki son sözü: “Söyle onlara, ben Amerika’ya gidiyorum,” olmuştur. Katerina Ivanova var sonra, ailesine, çocuklarına, üvey çocuğuna dahi düşkünlüğü ve asla onlardan vazgeçmemesi çok sarsıcıydı. Yazarın betimlemeleri ve suçlu psikolojisi üzerine yaptığı yorumlara ise diyecek söz yok. Okuyalım, okutturalım.

29 Nisan 2017 Cumartesi

Kürk Mantolu Madonna
Sabahattin Ali
Sayfa Sayısı: 160
Yapı Kredi Yayınları
85. Baskı, Mart 2017, İstanbul

Çok etkileyiciydi. Okumamak için direnip duruyordum çünkü herkesin elindeydi, tüm insanlar sanki bu kitabı okumak üzerine harekete geçmişti ve kahve+ kitap fotoğraflarının vazgeçilmezi konumundaydı. Bu da beni rahatsız ettiği için gördüğüm yerde süratle kaçıyordum. Okumakta geç kaldığım o leziz kitaplardan bir tanesiymiş meğerse, popüler olan (kitapları bu kalıba sokmak istemesem de, maalesef) ve nadir sevdiğim kitaplardan.

  Okuyan pek çok kişinin kendinden bir parça bulacağına inanıyorum. Ben bir sürü parça buldum, Sabahattin Ali ise tüm benliğini dökmüş kitaba. Yaratılan karakterler öylesine büyüleyiciydi ki, hem bu kitabı çekici kılıyor, hem de bir noktada da realiteden kopartıyor, buraya sonra değineceğim. Raif Efendi’nin edebiyata düşkünlüğü, sessizliği, sakinliği, kendisine yapılan haksızlıklara tepkisiz kalışı, insanlardan ve toplumdan uzak bir yaşam sürmesi ancak Maria Puder’e duyduğu, seneler geçmesine rağmen bitmeyen sevgisi hayranlık uyandırıcıydı. Maria Puder özgürlüğüne düşkün ve baskın bir karakterken, Raif Efendi’nin bu hassas yapısıyla beraber ruhları birbirini tamamlayacaktır.

  Olaylar o kadar etkileyici gelmedi bana, beni etkileyen şey karakterlerdi, bunların işlenişi, Sabahattin Ali’nin güzel cümleleri. Gereksiz tesadüfler hakimdi kitaba, bundan dolayı gerçeklikten bir kopuş yaşandı, bu da beni tatmin etmedi. Olabilecek durumlar, evet ama aşırı bir tesadüf havası, boşluk hissettim.

   Bu kadar içten, bu kadar samimi yazmasına ise diyecek bir şey bulamıyorum. Sonlara doğru gözlerim doldu (her ne kadar yukarıdaki paragraf tam tersini ima etse de) ve sarsıldım. Alıp kitabı bağrıma basasım geldi. İki insan arasındaki yoğun, aynı zamanda da dingin bu duygu seli başka türlü bu kadar güzel anlatılamaz, bu kadar can yakamazdı. Kendimle özdeşleştirmeyi başardığım nadir karakterlerden biriydi Raif Efendi, bir ayna görevi gördü  benim için.

  Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karmaşık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? (s.36-37)

  Bir kitabı okurken geçen iki saatin ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım. (s.86)

  Hayat beni kaybetmekle hiçbir şey ziyan etmeyecekti. Hiç kimsenin benden bir şey beklediği ve benim hiç kimseden bir şey beklediğim yoktu. (s.124)


  Bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. (s.128)

25 Nisan 2017 Salı

Maus: Hayatta Kalanın Öyküsü (The Complete Maus #1-2)
Art Spiegelman
Sayfa Sayısı: 296
Çevirmen: Ali Cevat Akkoyunlu
İletişim Yayınları
2. Baskı, 2015, İstanbul

Okuduğum ilk grafik roman ve gerçekten epey etkilendiğim kitaplardan bir tanesi. Kitabın yazarı ve çizeri olan Art Spiegelman babası Vladek’in 2. Dünya Savaşı yılları arasında bir Yahudi olarak yaşadığı korku dolu anılarını anlatıyor. Kitapta kedi Almanları, fare Yahudileri, domuz Polonyalıları, kurbağalar Fransızları ve köpekler de Amerikalıları temsil ediyor. Tek istisna karısı bir Fransız olmasına rağmen, “kendini fare olarak çizdiysen beni de öyle çiz” demiş ve Art da bu isteği gerçekleştirmiştir. Seyrettiğim ve okuduğum birçok toplama kampı hikayesinden daha sarsıcı. 1992 yılında Pulitzer Ödülü kazanmıştır.

  Soykırımı anlatmaktan ziyade, o dönemdeki insanların yaşadıklarını sunuyor yazar bize, birebir kendi ailesinden. Ne mesaj vermek, ne Almanları kötülemek, ne de Yahudileri acındırmak amaçlanmış. Savaşın ve öldürmenin insanlar üzerindeki etkileri şok edici, okuduğum süre boyunca tüylerim diken diken oldu. Babanın da savaştan dolayı yaşadığı psikolojik etkileri de görebiliyoruz kitapta. Yerde bulduğu kabloları alıyor, geceleri bağırarak uyanıyor, diyabet hastalığı var ve gözünden zaman zaman kan geliyor, Art’a göre cimri olarak nitelendirilebilecekken aslında Hitler Almanyası’nın onun üzerinde bıraktığı etkiler bunlar. Çok acı.

   Vladek ve Anja (çizerin annesi) tüm akrabalarını kaybediyorlar, tek tük insanlar kalıyor geriye. İşte bundan dolayı da Anja, Auschwitz’den kurtulan nadir insanlardan olmasına rağmen intihar ediyor, Vladek’in psikolojisi de iyice alt üst olmuş oluyor. İnsanlar kuyulara atılıp canlı canlı yakılıyor, gaz odalarına gönderiliyorlar ve en altta çocuk ölüleri bulunuyor. İnternette okumuştum, kaynağım yok, doğruluğu da muallak ama belirtmeden geçmeyeyim: Gaz üstten alta yayıldığı için aileler çocuklarını korumak için onları aşağıda tutmuşlar. Sarsıcı, silkeleyici.


      Kitabı okumamız için ödünç verdiğinden dolayı Tümay Hoca’ya teşekkürlerimi sunuyorum, harika bir insan gerçekten. 
Ruhlar Kütüphanesi (Library of Souls)
Ransom Riggs
Sayfa Sayısı: 517
Çevirmen: Aslı Dağlı
İthaki Yayınları
1. Baskı, Eylül 2016, İstanbul

İlk iki kitabı sevmiştim ben. Harika ve orijinal bir kurgusu, konusu olmadığı bir gerçek ama yazarın yazım tarzı bana samimi gelmişti. Okurken heyecanlanmıştım, birinci biter biter bitmez ikinciyi almak için gün saymıştım, ikinciyi de sevmiştim ama son kitabını beğenmeyeceğim hissiyatından da bir türlü kopamamıştım. Sonuç olarak beğenmedim, olmamış.

  Yazar ilk dört yüz sayfayı bir sürü gereksiz ayrıntıyla doldurmuş, mistik ve karanlık bir atmosfere soktuğu zaman okuyucuyu etkileyebileceğini düşünmüş; zaten hem bu atmosfere sokamamış, hem de epey yanlış düşünmüş. Sıfır olay, sıfır heyecan, sıfır kurgu. Akıp gidiyor ama altı dolu değil, ilk iki kitabı yazan kişiden çok bağımsız birisi yazmış sanki. Bundan dolayı da son yüz sayfa aşırı aceleye gelmiş, yüz sayfanın ellisinde olay hemen olup bitiyor, geri kalanda da olmamış bir son karşılıyor bizi. Yazarın bizi içine soktuğu olay bu dört yüz sayfaya değecek olsa bir nebze, ama maalesef çok çok yavan. Zorla yazılmış, yazılmak için yazılmış kitap örneklerinden biri daha maalesef.

  Yazar, yine o klişe döngüden çıkamayarak mutlu ve tatlı mı tatlı bir sonla karşılamış bizi. Hiçbir sarsıcılığı, “ya bi’ zamanlar Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları diye bir seri vardı” vb. sözcüklerle aklımızda yer etmiş kitaplardan olamayacak. Bitse de gitsek mantığıyla yazılan bu kitap, tüm moralimi alt üst etti. Ayrıca, ilk iki kitap boyunca kitaba cuk oturan karakterlerden olan Fiona’nın başına gelenlere bu kadar az tepki verilmesi ve umursanmaması açıkçası vahim bir durumdu bana göre. Fotoğraflar da ilk iki kitaba göre vasattı. Bir serinin daha sonuna geldik, hayal kırıklığıyla.

  Sharon’ı çok sevdim ama, epey sevdim. Bir de Toz Ana.  
   

  “Hayatımızın henüz başındayken sahip olduğumuz yeteneklerden bazılarının farkına varırız ve diğer becerilerimizi dışlamayı göze alarak onlara odaklanırız. Bunun nedeni başka bir konuda yeteneğe sahip olmamamız değildir, yalnızca diğer kabiliyetlerimizi beslemeyi unuturuz.” (s.293)

23 Nisan 2017 Pazar

Ölüm Çığlığı (Murder at the Vicarage)
Agatha Christie
Sayfa Sayısı: 176
Çevirmen: Gönül Suveren
Altın Kitaplar
5. Baskı, Eylül 2012, İstanbul

On Küçük Zenci’yi okumuştum sevgili Agatha’dan daha önce ve çok beğenmiştim. Ölüm Çığlığı’nı da sevmeme karşın ilk okuduğum eseri kadar sarsıcı olmadığını düşünüyorum. Kitap, Albay Protheroe’nin öldürülmesi, onlarca şüpheli ve entrikalar etrafında döndürülüyor. Pek sevilmeyen bir adam albay, bundan dolayı da bu cinayeti herkes işlemiş olabilir.

  Aynı zamanda okurların “ihtiyar kız” Miss Jane Marple’la tanıştıkları ilk kitap. İlerlemiş yaşına karşın, olayları birbirine bağlaması ve çözüme kavuşturması çok etkileyici. Kitabın sonunda ters köşe oluyorsunuz, ve bir ‘vay be’ çekebiliyorsunuz. Yazar bir ters psikoloji işlemiş, çok güzel işlemiş ve çok da güzel bağlamış. Kitap boyunca olmasa da olur diye adlandırılabilen yerler, sonunda olması gerektiğini daha da vurguluyor. Yeterince tatmin edici olmamakla beraber, okuduğum süreç içerisinde keyif aldığımı söyleyebilirim. Nice Agathalarla görüşmek üzere!

  Miss Marple, “Siz insanları iyi tanımıyorsunuz,” diye cevap verdi. “Ben insanları çok inceledim. Artık onlardan fazla bir şey beklemiyorum. Evet, dedikodu gerçekten kötü bir şey ama çoğunlukla doğru da oluyor. Öyle değil mi?” (s.21)

21 Nisan 2017 Cuma

Koku (Das Parfum)
Patrick Süskind
Sayfa Sayısı: 262
Çevirmen: Tevfik Duran
Can Yayınları
46. Baskı, Ocak 2017, İstanbul

   Sınavlar bitti ve ben de bittim ve kitap da bitti. Etkileyici ama aynı ölçüde tuhaf bir kitaptı bu. Jean-Baptiste Grenouille adında kokusu olmayan ama çevresindeki kokulara karşı dahiyane bir zekası olan bir adamı anlatıyor; kendi kokusunu ise başkalarından elde ettikleriyle kapatmaya çalışır.

  Hayatımda nadiren kitapların ilk sayfalarında sıkılmışımdır, bu kitap da onlardan biri işte. Bıraksam mı bırakmasam mı sorunsalı yaşadım ve birkaç hafta önce bıraktım. Sonra işte yeniden başladım şu günlerde ve ilk elli sayfadan sonrası çabucak akıp gitti, şaşırtıcı bir durum oldu benim için. Kimi yerde de yazarın betimlemeleri, konuyu aktarışı içimi tuhaf bir huzursuzlukla doldurdu. Kullandığı dil ise tek kelimeyle enfesti, diyaloglardan uzak olmasına rağmen sizi iyice içine çeken, tertemiz bir anlatım.

  Yazar, ana karakteri okuyucudan epey uzaklaştırmış, karakter nasıl dış dünyaya karşı bir uzaklıkla doluysa, okuyucuya karşı da aynı mesafede. Onu tanıma fırsatımız, kokulara karşı duyduğu yoğun saplantıdan uzaklaşarak “ya şöyle bir insandı (?),” benzeri tanımlamalar yapmak gerçekten çok zor oluyor. Belki de kitabı çekici kılan özelliklerden birisidir bu. Kitabın ev sahipliği yaptığı o trajik son ise, gerçekten sarsıcıdır.


  Yazarın, benliğinin bir kısmını kitaba yansıttığını düşünmeden edemedim. Patrick Süskind de bir sır küpü, hayatına dair çok az bilgi var, aklıma J.D. Salinger’ı getirmeden edemedim. 

16 Nisan 2017 Pazar

Evrim (Evolution)
Francisco J. Ayala
Sayfa Sayısı: 216
Çevirmen: Ebru Kılıç
Aylak Kitap
1. Baskı, Ocak 2014

Yaklaşık 1,5 aydır proje ödevim için okuduğum, bugün de bitirmeyi başarabildiğim bilgilendirici bir eserdi. Kitap, lise düzeyinde biyolojiyle açıklamaya çalışmış evrimi ve her şeyi temel seviyede almış. Evrime tamamen giriş niteliğinde, komplike cümleler yok, anlatılmak istenilen dolandırılmadan ancak çok da kolaya kaçılmadan sunuluyor okuyucuya. Bölüm bölüm başlıklar altında verilmesi de takip etmeyi kolaylaştırıyor.

  Olumlu ve olumsuz olarak eleştirilecek noktalar elbette var. Bölümlerin birbirleriyle bağlantılı olması daha iyi kavramınızı sağlıyor ancak bir süre sonra yazar kendini devamlı tekrarlıyormuş hissine giriyorsunuz. Bundan önce birkaç evrim kitabı okuduysanız eğer, yetersiz gelmesi muhtemeldir. Okuma bittikten sonra sıfır biyoloji bilgisi olan bir insanı birkaç basamak üste çıkarmayı başarabilmiş bir kitap olacaktır. Yazarın araya ufaktan ufakta kendi düşüncelerini paslaması da kimi zaman kitaba tat kattı, kafamdaki soru işaretlerinin bir kısmını da hallettim. Tavsiye olunur.

15 Nisan 2017 Cumartesi

Simyacı (O Alquimista)
Paulo Coelho
Sayfa Sayısı: 166
Çevirmen: Özdemir İnce
Can Yayınları
34. Baskı, Eylül 1997
--

Tüm zamanların en çok abartılmış kitaplarından birisi daha, Simyacı, ve okuduğum açık ara en kötü kitaplardan bir tanesi. Santiago adında bir çobanın arayış hikayesini, ve ilerlediği yolda karşılaştığı olayları okuyoruz kitapta. Yazar, felsefeye yapayım demiş, yapamamış, hatta epey kötü yapamamış.

  Kişisel gelişimin izlerini üzerinde bu kadar taşımasa, edebi kaygıyı az da olsa gütmüş olsa, aforizmaları göze çarptırtmak için bu kadar çabalamasa ve yazarın daha doğal bir tarzı olmuş olsaydı, kitaptan alınabilecek anlam bambaşka olurdu. Zorlama, sıkıcı. Verdiği mesajlar ortalamanın çok altında ve sığ, sıpsığ. Okurken sıkıldım ve daha uzun olmadığı için şükrettim. Kişisel gelişim kitaplarının ikiyüzlülüğü eşittir bu kitap, bu kitap eşit değildir hayat. Yaşam burada anlatılar kadar basit değil, hayat mottomuzu “kalbinin sesini dinle ve bütün evren sana yardım edecektir” yapacak kadar da aptal değiliz hiçbirimiz, ya da ben değilim. İnsanın inandığı şeyin doğruluğuna veya yanlışlığına, bunların diğer insanlar üzerinde oluşturduğu etkiye kim karar verebilir peki?


  Bu kitabın yıllardır bu kadar çok satmasının sebebi, belki de, insanların gerçek dünyayı hala kavrayamamış olmasıdır. Hala o tozpembe alandan çıkıp yüzleşememişizdir belki bazı şeylerle. Ya da sadece beğenmiş olabilirsiniz, hepsi bu.

14 Nisan 2017 Cuma

Doktor Moreau’nun Adası (The Island of Doctor Moreau)
H.G. Wells
Sayfa Sayısı: 197
Çevirmen: Ali Kaftan
İthaki Yayınları
4. Baskı, Aralık 2016, İstanbul

Zaman Makinesi’nden çok daha iyi olduğunu düşünüyorum, ve ayrıca okuma dönemini Frankenstein ile ard arda tuttuğum için de kendimi zeki sayıyıyorum (peh). İngiltere’de ve bazı bölgelerde bu kitabın yayınlanmasından sonra hayvanlarla yapılan deneylerin yasaklanmış olması ise ilgi çekici.

  Edward Prendick adlı bir bilim insanının içinde bulunduğu gemi kaza yapıyor ve hayatta kalabilen tek kişi kendisi oluyor. Şans eseri de oradan geçen bir gemiye alınıyor ve kurtuluyor. Geminin istikameti ise bir okyanustaki bilinmeyen bir ada, bu adada ise dahi olarak adlandırılabilecek Doktor Moreau bulunuyor. Burada Doktor Moreau hayvanları birbirleriyle karıştırarak onları gün geçtikçe insanlaştıracak faaliyetler yapmaktadır, bir dirikesimcidir aynı zamanda. Bu yarı hayvan yarı insan canlıların hepsi de Prendick’i şok etmeye yetecek şeylerdir.

  İnsanın ne kadar vahşi bir canlı olduğunu çok rahat görebiliyoruz kitapta. Birtakım kişileri vahşi olarak adlandırırken de aslında bizim de bir tetiklemenin ardından aynı biçimde davranabileceğimiz gerçeğini kabullenemiyoruz, bu kadar da ikiyüzlüyüz, kitapta buna değinilmesine de sevindim. Aynı zamanda evrime ve bilime dair sorgulamalar sunuyor bize. Milyonlarca kişinin hayatını kurtarmak için bir şeyleri öldürmeyi göze atmak iyi midir? Kötü müdür? Bilimin bir şeytan mı yoksa hayat kurtarıcı mı olduğu sorunsalı.

  Prendick bütün bunları gördükten sonra intihar etmek üzere denize giriyor ama Doktor Moreau ve yardımcısı tarafından durduruluyor. Eğer kendini boğmazsa tüm gerçeği öğrenebileceğini, bu adanın sırları hakkında bilgi sahibi olabileceği sunuluyor ona. Öldürülebilir de, ama öğrenmeyi de riske atabilir. Ve işte o zaman görüyoruz, hayatta bazen ölüm korkusundan daha çekici gerçekler var, bilmek, bilgi, öğrenmek. Prendick ikinci yola çekerek insan doğasının bir belirgin özelliğini daha sunuyor bizlere. Bilgi, her şeye ağır basan bir kavramdır.

  Alt metinde ise Doktor Moreau aynı Frankenstein’da olduğu gibi bir Tanrı figürüdür, yarattığı canlılar ise insanlardır. Aynı zamanda bir dark double (literatürde çift kişiliklı ama zıt özellikte olan karakter) durumu var kitapta. Onlara kurallar koyar ve bunları uygulamadıkları zaman cezalandırılacaklarını tembihler. Bu kurallar, dini kitaplardır. Bu yarı insan yarı hayvan canlılar da işte insanın ilkel ve modern kısımları arasındaki bir çizgiyi oluşturur. Kitabın sonuna doğru da Moreau’nun ölmesi, Tanrı’nın çöküşü ve bu yarı insan yarı canlıların tüm kuralları reddetmesi ve bağımsızlaşmasıyla son bulur.

     “Durduğun yerin biraz ötesi derin ve köpekbalıklarıyla dolu.”

  “Bu da benim tarzım,” dedim. “Kısa ve öz. Şimdilik.” (s.102)


  “Bu lanet olasıca dünya,” dedi, “her şey arapsaçı. Hayat mı yaşamışım bugüne kadar. Ne zaman başlayacak merak ediyorum. On altı yıl boyunca dadıların ve öğretmenlerin kendi paşa keyiflerine göre davranmalarına katlan; beş yılı Londra’da tıp inekleyerek geçir; rezil yemekler, kötü odalar, kötü giysiler, kötü alışkanlıklar, bir hata yap –yol gösterenimiz mi vardı sanki- sonra da bu hayvanlarla dolu adaya postalan. Burada on yıl! Be için bütün bunlar Prendick? Biz bir bebeğin patlattığı kabarcıklardan fazlası değil miyiz?”(s.155)

10 Nisan 2017 Pazartesi

Frankenstein
Mary Shelley
Sayfa Sayısı: 227
Çevirmen: Orhan Yılmaz
İthaki Yayınları
4. Baskı, Eylül 2015, İstanbul

Geçen sene İngilizce dersinde orijinal dilinden kısaltılmış versiyonunu okumuş ve sınava girmiştik, o zamandan beri de tam metnini okumayı çok istiyordum. Kitap, pek çoğumuzun tanıdığı ama biraz da yanlış bildiği üzere, Victor Frankenstein adındaki genç bir bilim adamının bir yaratığa hayat vermesi, sonrasında ise bu canlının ona ve çevresindeki kişilere ölümcül zararlar vermesini konu alıyor.  Yaratığın adı Frankenstein değildir yani, yaratıcısının adıdır.  

  Victor, yarattığı yaratıktan korkup kaçınca, o (yaratık) da ne yapacağını bilemeyerek sokağa çıkıyor ama insanlardan gördüğü tepkiler onun bu kadar vahşi –ki aslında değil- olmasını sağlıyor. Beden açısından olgun gözükmesi, hızlı bir öğrenme kabiliyeti olmasına karşın dünyaya gözlerini ilk defa açmış bir bebek gibi, saf, masum, habersiz. Onun çirkinliği insanları delicesine korkutuyor, ona karşı karşı ataklara geçiyorlar, saldırıyorlar, ateş ediliyor, onu gördükleri anda hazır ola geçiyor ve atak için hazırlanıyorlar. O ise bunları neden yaptıklarını anlamlandırmaya çalışıyor. Gerçek sebep elbette ki çirkin olması, kendi yaratıcısı, babası bile istememişken insanlardan böyle tepkiler görmesi çok mu anormal? Victor ise çocuğunu doğurup sokağa atan bir ebeveyn gibi.

  Burada yaratık katil değil, kurban aslen. Victor’la konuşuyor, onun onu sevmesini istiyor, tek ihtiyacı olan şeyin sevgi olduğunu söylüyor, ama kafası allak bullak ve aynı derecede bencillikle dolu olan Victor elbette ki tekmeyi basıyor. Bu sefer yaratık, en azından kendine benzer bir canlı daha yapmasını, böylelikle yalnız kalmayacağını, en kuytu yerde bile yaşayabileceğini dile getiriyor ama Victor tamamen sabit fikirli kalmaya devam ediyor. Burada umursamaz bir figür olan Victor, çocuğuyla ilgilenmemiş, bambaşka ve güzel bir hayata sahip, çocuğunu istemeyen bir baba aslında. Yaratık da dünyanın kötülüklerine alışmaya çalışan, çok büyük zararlar gören ama bu acılar sayesinde artık katı ve kin dolu hale gelmiş olan bir oğul. Victor’un etrafındaki pek çok kişiyi ölüme sürükleyerek alıyor intikamını, onlardan başkasına da asla zarar vermiyor. Buradan da aslında kötü olmadığını, sadece amacının karşısındakine kendi çektiği acıyı yaşatmasını anlayabiliyoruz.  Okuduğum en hüzünlü korku kitaplarından biri belki de. 

7 Nisan 2017 Cuma

Damızlık Kızın Öyküsü (The Handmaid’s Tale)
Margaret Atwood
Sayfa Sayısı: 384
Çeivmren(-ler): Sevinç Altınçekiç-Özan Kabakçıoğlu
Doğan Kitap
1. Baskı, Şubat 2017, İstanbul
--

Ben bu kitabı kaç sahafa sormuştum da, “maalesef” cevabını almış, omuzlarım çökük, gözlerim buğulu çıkıp gitmiştim dükkanlardan. Gerçekten çok aradım ben seni, ve sonunda raflarda gördüğümde ise büyük bir şok ve sevinç yaşadım. Doğan Kitap’a bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum.

  Okuduğum üçüncü feminist distopya ve içlerinden açık ara en iyisi, en sarsıcı ve günümüze en paralel olabilecek konumda olanı. Kadınlar bir sabah uyandıklarında banka kartlarının boşaltıldığını, işten çıkarıldıklarını ve sahip oldukları tüm hakların erkeklere devredildiğinin farkına varıyorlar. Bedenleri, ruhları, fikirleri, istekleri, düşünceleri ve arzuları artık yok, artık birisi değiller. Varlıklarını kanıtlayacak tek şey ise doğum yapmalarını sağlayan rahimleri, Damızlık Kızlar devam ediyorlar yeni yaşamlarına ve kitap da işte bu sistemi anlatıyor bizlere. Gilead rejimi başa geçerek bir darbeyle yaşatıyor ve dayatıyor bu sistemi insanlara, Kuzey Amerika bölgesinde hakimiyet sürdürdüğü söylenebilir. Kadınların bir adı da yok artık, onlara sahip olan erkeklerin adına –ki eki eklenerek hitap ediliyorlar: örneğin; Fredinki, Gleninki vb. Japon turistler onların fotoğraflarını çekmek istiyorlar, onlara insan dışındaki bir obje gibi bakıyor ve çevirmenin bu kadınları tanıtmasını istiyorlar. Mutlu musunuz? sorusunu soruyor bir adam mesela, bir seçenek olduğunu bilmiyor, sadece tek bir cevap var, evet.

  Kitap distopya olarak adlandırılıyor ancak alttan alta verilmek istenen mesajın netliğini fark edebiliyoruz. Bunların hepsi modern dünyamızda var olan şeyler, özellikle Ortadoğu ve az gelişmiş ülkelerde erkek egemen toplumun kadınlara yönelik faaliyetlerinin ve fikirlerinin ne kadar korkutucu olduğunu herkes biliyor. Kitabın gerçekliğini ve etkileyiciliğini işte daha da arttırıyor ve okuyucu da daha çok ürküyor bu yüzden.

  Yazarın betimlemelerinin, birinci ağızdan aktardığı duygu yoğunlukları ve düşüncelerinin tek kelimeyle enfes olduğunu söylemek istiyorum. Kitap içine içine çekiyor böylelikle sizi, ilk yarıda neredeyse hiçbir olay olmamasına rağmen okuma güçlüğü çekmiyorsunuz. İkinci yarıda ise olayları ardı ardına patlayarak içine iyice girmenizi sağlıyor, yazarın izlediği rota çok sistemli. Belli belirsiz sonlara karşı özel bir ilgim vardır, bu kitapta da aynısı oldu. Son bölümde ise o tarihten bilmemkaç yıl sonrasında bir konferans veriliyor ve o zamanki durumlar değerlendiriliyor. Konuşmalardan anlaşılıyor ki, zaman ilerledikçe pek de bir şey değişmemiş, aynı vahamet.

  Nolite te bastardes carborundorum.


  Memento mori. 

4 Nisan 2017 Salı


İvan İlyiç’in Ölümü (Smert İvana İlyiça)
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Sayfa Sayısı: 85
Çevirmen: Nihal Yalaza Taluy
Can Yayınları
8. Baskı, Kasım 2016, İstanbul

Tolstoy’un diğer eserlerini daha okuma fırsatı bulamamama karşın en iyi yapıtı olduğunu düşünmüyorum. Kitabın pek çok yönden eksikleri olmasına karşın vermek istediği mesaj gerçekten çok güzeldi.

  İvan İlyiç adında bir adamın, tüm hayatını maddiyat üzerine kurduktan sonra ölüm döşeğindeyken girdiği sorgulamaları anlatıyor kitap. Ölümden daha çok yaşadığı hayatı bize sunuluyor ve klasik orta sınıf ikiyüzlülüğünü görebiliyoruz. Karısını sevmez İvan İlyiç, her zaman kendinden yüksek mevkidekilerle takılmak ister ve ölüme yaklaştığı dönemde de gerçekler suratına çok sert bir biçimde çarpar. Hastalığın aniden ortaya çıkması ise hayatımızın her döneminde ölümle ne kadar burun buruna olduğumuz gerçeğini bir kez daha bize gösteriyor. Kısacık bir şey zaten, tavsiye olunur.


İvan İlyiç’in hayat hikayesi basit ve herkesin yaşadığı gibi en fecilerden biriydi. (s.20)

2 Nisan 2017 Pazar

Cehennem Çiçeği
Alper Canıgüz
Sayfa Sayısı: 221
April Yayıncılık
3. Baskı, Mayıs 2016, İstanbul

Serinin ikinci kitabı olduğunu biliyordum ama yine de canım almak istedi. Zorluk çekmeyeceğime yüzde doksan dokuz emindim, birinci kitabı okumaya da gönlüm pek el vermemişti nedense, nedense.

  Yazarın müthiş akıcı, esprili ve zeki bir dili var. Olayların birbirleriyle ilişkisi, en kötü karakterde bile bulunan o şeytan tüyü, yerlerine cuk diye oturan göndermelerle ister istemez bir çekim hissediyor insan, bu kitaba karşı. Ana karakterin 5 yaşında bir dahi olması (cidden beş) ise ayrı bir yere sürüklüyor insanı. Tüm kitap boyunca hissettiğim zevk ve yüzümden eksik olmayan sırıtış ise cabası.

  Adı Alper Kamu olan, 5 (beş) yaşındaki dahi ana karakterimiz bir cinayetin ve aynı zamanda kalp kırıklıklarıyla dolu olan bir geçmişin peşine düşüyor, insanlığın adalet kavramını sorguluyor. Okuduğum süreç boyunca güldüğüm ama bittiğinde üzerime bir hüzün çöktüren, aynı zamanda da yaratılan en kaliteli karakterlerden birine ev sahipliği yapan bir kitap. Yazarın felsefe, mizah ve buna rağmen hüznü bir arada bulundurması o kadar güzel olmuş ki, bütün duyguları aynı anda yaşamak bu çalkantılı kitaba daha rahat ayak uydurmanızı sağlıyor. Karanfil Kız Hikayesi’ni okuyup da etkilenmemek ne zordur ayrıca, hayreti mucip yahu!

  Bilirsiniz, insanlar doğar, ölür ve sonra büyürler. (s.7)


  Bütün aşklar küllenir, bütün babalar ölür, bütün hikayeler biter. Birinin yıkıntıların nöbetini tutması gerekir; işte o yüzden, biri hariç, büyün çocuklar büyür. Gölgesini kaybeden insan, gölgenin kendisine dönüşür. (s.221)