Yaban
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Sayfa Sayısı: 214
İletişim Yayınları
72. Baskı, İstanbul, 2015
**
Ateşe atılmış bir adamın yüzüne
akıtılan bir damla suyun değeri nedir? Bir gece yarısı, bir çölde yolunu
şaşırıp kalmış bir adama, uzaktan görünen bir ışığın değeri nedir? Hasta
döşeğinde müthiş sancılarla kıvrandığımız anda elimizi sıkan elin değeri nedir?
Haksız yere darağacına giden masum indinde, son saate yetişen adalet hükmünün
değeri nedir? (s.167)
Okuduğum en etkileyici
kitaplardan birisiydi. Öylesine muhteşem gözlemler yapmış, öylesine güzel
anlatmış gibi bu ülkenin insanını, okudukça boğazım düğüm düğüm oldu, okulda
bulunduğum süre içerisinde 160 sayfa okuyup eve gelince de hemen bitirdim. Kitap
önce beni bir sarstı, sonra da fırlatıp attı, kendime gelmem için zaman
tanımadı bile. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, kuşkusuz, edebiyatımızda kendine özel
bir yer edinen, en değerli yazarlarımızdan bir tanesi.
Yaban romanını bu ülke sınırları içerisinde yaşayan pek çok orta
okul, lise öğrencisi bilir, ancak kendi isteğiyle okuyanların sayısı çok ama
çok azdır. Liseye geçiş sınavlarında, deneme sınavlarında, okul yazılılarında
sorulan vazgeçilmez alternatiflerden birisidir ve öğrenciler için artık
klişeleşmiştir. Bu kadar abartılı olarak devamlı bahsedilmesi yüzünden insanları
okumaktan soğutmuştur, buna eminim. Çünkü devamlı devamlı bir kitabı her yerde
görmek, ister istemez sizi o kitaptan itiyor. Bundan dolayı da bu kitabın hak
ettiğini konumda olmadığına inanıyorum, çünkü bir başyapıt.
Kitabın ilk basımı 1932 yılında yapılmış
ama o kadar yalın, açık bir Türkçe ile yazılmış ki, günümüzden 84 yıl önce
basıldığını öğrenmek şaşırtıcı bir gerçek olabiliyor. Tertemiz ve pırıl pırıl
kelimeler ve muazzam gözlemler. Kitabı okurken Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’e ve Cumhuriyetimizin aydın
bireylerinden olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na milyonlarca kez daha hayranlık
duymamak elde değil.
Eğer, kendi emeklerimize,
kendi ideallerimize göre yaşamak imkanını bulamadıksa bari kendi ölümümüzle
ölelim. Ne doğduğumuz yeri, ne sevdiğimiz kimseleri, ne yüzümüzü, ne kalbimizi
seçebildik. Fakat ölümün her türlüsünü seçmek bizim elimizdedir. (s.133)
Ahmet Cemal adındaki bir
Türkiye Cumhuriyeti aydınının, anadoludaki bir köye gelip aslında hiç de
bahsedildiği gibi masum olmayan bir halkla karşılaşmasını anlatılıyor. Kitaptaki
Anadolu halkı öylesine cahil, öylesine umursamaz ki ana karakterimiz gibi biz
de afallıyoruz. Bize devamlı anlatılan zeki, güçlü, vatanını seven, bin defa da
olsa bin defa canını verebilecek bir ulus yerine, elli kilometre ötelerindeki
düşman, köylerine ilerlerken yaptıkları tek şeyin sırıtmak ve umursamak olduğu
bir insan kitlesi var. Tabi ki herkes savaşacak, herkes kendini feda edecek
diye bir şart yok bundan dolayı da bu roman işte tarihe ışık tutuyor. Bize
anlatılanların altında yatan saklı kalmış o kadar çok olay var ki. Ahmet Cemal
onları örgütlemek istiyor ama yaptıkları tek şey sırıtmak, umursamamak.
Sizi, kim kurtarabilir? Sizi
gökten melekeler inse kurtaramaz. Çünkü, sizi evvela sizden, kendinizden
kurtarmak lazımdır. (s.151)
Umursamamanın da bir sınırı
vardır değil mi? Bu kitapta ise yok. İnsan tiksiniyor ve ne yazık ki bu karakterlere
tamamen kurgu demek de doğru değil, çünkü eminim ki bu insanlar kanlı canlı ve
diri bir şekilde ayaktaydılar. Bir örnek olarak şunu verebilirim:
Gene yüzlerine bakıyorum. Bu
işleri, tuhaf bile bulmuyorlar. Sonra hislerine dokunmak istiyorum. Diyorum ki:
“Bunların tecavüzünden ne karılarımızın ırzı, ne çocuklarımızın canı, ne din,
ne iman, hiçbir şeyimiz kurtulmadı. Hepsine el uzatıyorlar.” Ve bunları izah
eden vakalar anlatıyordum. Tam bu sırada bir de baktım ki, muhtar uyukluyor.
Mehmet Ali elindeki çakı ile bir söğüt dalını yontuyor. Salih ağa, ta uzakta,
yamaçta, otlayan davarlarını gözetliyor. (s.27)
Kitapta entelektüel, zeki, okumuş, gezmiş,
görmüş bir Türk aydını ile anadolu insanın çatışması var. İlk başlarda
karakterimiz halkı küçümseyerek bakıyor, cahillikleri onu şaşırtıyor ve
imalarından onları ufaladığını anlayabiliyoruz. Ama görüyoruz ki, gün geçtikçe
o da o insanlara benzemeye başlıyor. Onlardan sonsuz bir iradeyle nefret ediyor
ama onların içinde asimileşiyor sanki ve benliğini kaybetmeye yaklaşıyor. İşte
bu kısımlarda üzülmemek de elde değil maalesef.
Gün geçtikçe daha iyi
anlıyorum: Türk “entelektüel”i, Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve
ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. (s.36)
Yalnızlaştığını, karamsarlığını
anlattığı sahnelerde ise kalakaldım. Öyle güzel cümlelerle tanımlıyor ki bu
acıyı, insanın etrafında bir sürü kişi olmasına rağmen o aidiyetsizlik hissini,
iliklerimize kadar yaşayabiliyoruz, betimleme öyle bir boyutta işte.
Her memleketin köylüsüyle
okumuş yazmış zümresi arasında, aynı derin uçurum var mıdır? Bilmiyorum! Fakat
okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark, bir
Londralı İngilizce bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür. (s.36)
Kitabı moraliniz iyiyken okuduğunuzda
gerçekten beter bir ruh hali içine girmeniz kaçılmaz olacaktır. Gerçeklerle
yüzleşmek uzun bir süre sizi afallatabilir. Sayfa 71’de der ki Yakup Kadri: “İnsan hayvanların en iğrenç olanıdır.”
Misal, kitapta Süleyman
diye bir karakter var, bir de karısı Cennet. Daha öncesinde bu kadına isteği
dışında, küçükken dokunulduğu haberi ortaya çıkınca kızı canından bezdirmişler,
linç etmek için fırsat kollamışlar. Bir gün kızı bir adamla, bir duvarın
köşesinde yalnız yakalayınca da taşlarla, sopalarla dövmüşler. Meğer, adam sadece
bir şey sormak için durmuş!
Utanç, bir yarasa gibi yüze
yapışır ve alnımızın ortasından kanımızı emmeye başlar. Vücut o kadar zaafa
düşer ki, adeta bir posa halini alır. Pespaye ve sefil bir şey olur. Onun için
utanmak, kendi kendinden nefret etmenin eşiğidir. (s.106)
Anadolu insanı temizdir. Anadolu insanı zekidir. Anadolu insanı
vatanseverdir. Böyle bir şey yok, varsa da hepsi için geçerli değil.
Günümüzde köylerde yaşanan ağalık sistemi, aşiret denilen iğrenç yapılaşma ve
teröre şahit oluyoruz. O zamanlarda insan olmaktan bihaber olan bu canlıların
günümüzde hala var olmasının vahameti, Ahmet Cemal’in intiharı düşünecek duruma
gelmesini sağlayan insanların 21. yüzyılda dahi etrafımızda olması. İnsan değiller.
Onlar gibi olmak, onlar gibi
giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle
konuşmak... Haydi bunların hepsini yapayım. Fakat, onlar gibi nasıl
düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim? (s.68)
Kitaptan zaten başlı
başına bir hazine okuyor. Dostoyevski, Don Kişot, Schopenhauer, Lloyd George,
Poincare gibi birçok ünlü karaktere rastlamak mümkün. Zaten görüyoruz ki Yakup
Kadri Karaosmanoğlu büyük bir Atatürk hayranı, ona saygı duymamız bir kenara
sevmemek elde değil bir de bu yazarı! Çok okumuş, çok görmüş. Şakır şakır bir
birikim akıyor kitaptan, her Türk gencinin okumasını düşünüyorum bundan dolayı
da, çünkü savaşı, acıyı, bu ülkenin nasıl zorluklarla kurtarıldığını öyle güzel
anlatmış ki, etkilenmemek elde değil.
-Ha ha, öyle ise siz mükemmel bir Kemalistsiniz.
-Bir Kemalist mi? Evet. Fakat, Çanakkale’de harp ettiğim için
değil, sade bir namuslu Türk olduğum için. (s.184)
Bir de müthiş gözlemler
demiştim ya, bir örnek vereyim: Lakin eğitimde dayağın hiçbir rol oynamadığı
belki, daima olumsuz bir etkisi olduğunu, bana, bu vaka kadar kesinlikle ispat
eden bir şey yoktur. İsmail, dayaktan sonra bir kat daha ahlaksızlaştı. (s.93)
Öz eleştiriler de var
kitapta. Bazı şeyler de sorgulanıyor. Bu insanlar neden böyle? Bu insanları
böyle olmaya iten ne? Vatanseverlikten neden uzaklar? Ölmekten korkuyorlar ama
neden bir çaba göstermiyorlar, hiçbir şey yapmıyorlar?
Bunun nedeni, Türk aydını, gene
sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca,
yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne
attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.
(s.111)
Ve üzücü bir gerçeklik,
günümüzde ise klonlanmış gibi her yerdeler ve bir sürüler. Din altında
boğulmuşlar, kişiliklerini kaybetmişler. Kendi akrabalarımdan biliyorum çünkü, şeriat
isteyenler dahi var. İnsanlıktan çıkmış durumdalar ve o kadar ikiyüzlüler,
iğrençler ve tiksinçler ki, nefes almalarının israf olduğunu düşünüyorum.
Misal:
-İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?
-Biz Türk değiliz ki, beyim.
-Ya nesiniz?
-Biz İslamız, elhamdülillah... O senin dediklerin Haymana’da
yaşarlar. (s.153)
Yaşa Mustafa Kemal Paşa
Yaşa!
Adın yazılacak mücevher
taşa.