Behçet Kemal Çağlar: Bu kitabı okumak adeta bir
borçtur ve bir vazifedir.
Uzun bir zaman aralığından sonra okuduğum ilk
kitap, Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı kitabı oldu. Ödev adı altında okumaya
başladığım, bayıldığım, keşke daha önceden okusaymışım dediğim bir eserdi. Şüphesiz,
yazar, kendi anılarını kaleme alarak yakın tarihimizi çok güzel bir biçimde
anlatmış. Tertemiz Türkçesi, etkileyici anlatımı ile Türk edebiyatının ulaştığı
en zirve noktalardan birisidir. Okurken insanın gözlerinin dolmaması, yüreğinin
acıyla çarpmaması ne zordur!
İnsan kum üstünde şehit bırakmaya dayanamıyor,
çünkü ne mezarı, ne izi kalıyor. Bir denizde bile insan bu kadar kaybolabilir. (s.174)
Zeytindağı,
Falih Rıfkı Atay’ın Suriye-Filistin cephesine ordu komutanı Cemal Paşa’nın yanında
çalışırken geçirdiği anılarını anlatıyor. Cemal Paşa’nın kişiliği, olaylara
bakışı, Talat ve Enver paşalarla olan durumları objektif bir biçimde
anlatılmış. Kimi yerde Mustafa Kemal’e değinerek okuyucuyu heyecanlandırmıştır
da.
Üsküdar’dan
entariyi kaldırmak, Merkez Kumandanlığı koğuşunda kadın döndürmek, yahut
sokakta aynı arabaya binen kadın ve erkeklerden karı-koca vesikası sormamak,
hemen hemen devrimcilik gibi ileri davranışlardı. Gözleri Mustafa Kemal gününde
açılmış olanlara, 1913 avuntuları ne kadar gülünç gelir. (s.28-29)
1913’de bir
Mustafa Kemal, yüzyıl sonrası için bile hayaldi, fantazi romanlarında bile yeri
yoktu. (s.30)
Ona göre
Enver Paşa’nın alman hayranlığının sebebi Almanca bilmesi, Celal Paşa’nın
Fransız hayranlığının sebebi de Fransızca bilmesidir. Bu savaşa girmemizin bir
sebebi de kurtarılmak gibi bir derdi olmayan Arapları kurtarmak için nedensizce
çabalamamızdır. Gencecik Türk askerleri, Arap coğrafyasında bir hiçe karşın
ölmüş, kanal harekatında boğulmuştur. Arap çöllerine, o topraklara neden
yaklaşmamız gerektiğini de değinerek, din afyonuyla ne de güzel uyutulduğumuzu
bir tokat gibi yüzümüze çarpmıştır.
Medine, peygamber ölüsü ile tüccarlık eden bayağı
ahlaksız simsar yuvalarından biridir. Her Medine’li uzaklardan gelen saf halka,
bu harap ve pis çöl köyünün taşını, toprağını, kuyu suyunu kırk defa öptüre
öptüre satar. (s.65)
Yüzlerca yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir
santim aşındırmamıştır. (s.77)
Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de
vatanlaştırmıştık. (s.44)
Ayrıca
dikkatimi çeken diğer bir nokta Bedevilerden bahsettiği kısımlardı. Çölde,
kendi ayak izlerini onlarca ayak izine karşı tanıyabilir veya kendi
tanıdıklarının, hamile kadınların vs. kim olduklarını da ayak izlerine bakarak tanımlayabilirlermiş.
Eleştirdiği bir diğer şey ise Atay'ın zamanında
vardar,
trablus,
girit ve
medine'nin "devletin
vazgeçilmez" toprağı kabul edildiğinin, günümüzde ise bu yerlerin adını
bile bilinmemesidir.
Ve Falih Rıfkı efsane bir kapanışla kitabın son
sayfasını kaleme alır: Yemen’in hiç bilmiyorum, belki güneşi Şeria güneşinden
daha sıcak, çölleri hicaz daha kuru, daha nihayetsizdir. Fakat bunun ne
ehemmiyeti var? Her tarafta bir neslin kahramanları var, kahramanlar için
iklimler, düşmanlar, denizler ve karalar birdir. (s.189)
Güzelim Tespitleri, Anlatımları
İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet
işlemektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini
yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık
sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi. (s.46)
Acaba insanın öldüreceği kimseleri, önceden, sağ
olarak, karşısına dizlerine kapatmaktan ve dik boyunlarını öldürmekten aldığı
zevk nedir? (s.53)
İngiliz cephesinden at kaçırıp bize satan
Bedeviler, dönüşlerinde bizim atlarımızı çalıp İngilizlere satarlardı. Harb
cephelerinin ta ortalarında saklanarak, kaçan tarafın ganimetlerini yenmiş olanlardan
daha önce toplamak için hayatlarını tehlikeye atanlaraz değildi. (s.92)
Almanlar büyük harbe Türkiye’ye kendi teğmenlerinin
adını koymuşlardı: Enverland! (s.114)
İstasyonda
bir kadın durmuş, gelene geçene:
-“Benim
Ahmed’imi gördünüz mü?” diyor
Hangi Ahmed’İ? Yüz bin Ahmed’in hangisini? (s.125)
Beni en çok sarsan kısmı ise:
...emir ve adamları bir defa medayin’e uğrar gibi
oldular. yemeklerimizi yiyip yeni altınlarımızı aldıktan sonra, yine
dağıldılar. önümüzdeki vesikalardan yalnız birinde emirin şahsına verilmiş yedi
bin altının kaydını görüyorum.
...
biz emir’e top da yollamıştık. kumandanı ikinci mülazım osman bey’di. aşiret,
medayin’e doğru yürüyüş gösterdiği zaman, bir vadide ateşe uğradı: bizimkiler
1000, karşı taraf da 30 kişi kadardı. daha birkaç kişi yaralanınca hepsi
(araplar) kaçmaya başladılar. osman bey’e de:
- topunu bırak, gel! diyorlardı.
- o benim namusumdur, bırakamam. ne diye kaçıyorsunuz, diyordu.
boş yere bağırdı, çağırdı. karşı taraf üstüne üşüşüp kurşun ve cenbiye ile türk
çocuğunu parçaladılar.
silahlar, toplar, altınlar, develer ve erzak, hepsini, hepsini verdik. ve bütün
seferden bize yine ve yalnız bir türk çocuğunun isimsiz, nişansız, mezarından
başka bir şey kalmadı.
türk topuna sarılmış olarak parçalanan osman, 333 senesi haziranının üçüncü
günü ölüp gitmiştir. (sf. 105-106) [bu kısım internetten copy-paste]