3 Aralık 2017 Pazar


Sabit Hat (Landline)
Rainbow Rowell
Sayfa Sayısı: 350
Çevirmen: Müge Kocaman Özçelik
Pegasus Yayınları
1. Baskı, Temmuz 2017, İstanbul

Bu kadına bayılıyorum. Dilini, üslubunu, seçtiği konuları ve işlediği karakterleri okuyup da hayran olmamak cidden elde değil. Karakterlerinin her zaman modern yaşantıda gördüğümüz kişiler, yani kusurlu olmaları farklı kılıyor Rainbow Rowell’ın kitaplarını. Ondan dolayı da okurken bayıldığım tek genç yetişkin roman yazarı demek yanlış olmaz.

  Georgie McCool, bir senarist. İşine çok özen gösteren bir kadın ve buna kendini çok kaptırdığından dolayı evliliğinin çatırdamasını fark etmiyor. Noel için kocası (Neal) ve iki kızıyla Omaha’ya, Neal’ın ailesini ziyaret etme planı yapıyorlar ancak Georgie yine işinden dolayı bunu baştan savıyor ve kocası, kızlarıyla beraber gidiyor. Georgie yalnız. Haliyle büyük bir çöküntü yaşıyor ve onlar gittikten sonra ve annesinin evine uğrayıp, genç kızken vakit geçirdiği odaya girince eski sabit hatlı telefonuyla karşılaşıyor. Telefonu prize takıyor, Omaha’ya telefon ediyor ve daha flört aşamasını yaşadıkları dönemdeki kocası açıyor telefonu, 1998 yılındaki yani. Böylelikle bir şeyler Georgie için değişmeye başlıyor.

  Pekala, ilk paragrafta yazdıklarımın aksine bu kitabı ben o kadar beğenemedim. Fangirl kesinlikle muhteşemdi, Eleanor&Park’ı beğenmiştim ve Sabit Hat da Eleanor&Park’la eşit. Kitapta beni rahatsız eden iki şey vardı:

1.Seth karakteriyle Geogie’nin arkadaşlığının seviyesizliği. Gereksiz bir yakınlık vardı ve bazen bu rahatsız edici oldu. O kısımlarda Geogie’ye kızdım. Çok göze çarpmadı ama benim için önemli bir ayrıntıydı bu.

2. Yaş problemi. Bu kadın gençlik romanlarını şahane yazıyor (bkz: Fangirl) lakin yetişkinlerde bir tıkanma olmuş. Georgie 37 yaşında bir kadın ve yaşından beklenildiği gibi hareket etmiyor. Yani tavırlarında o olgunluğunu bulamıyorsunuz, bu da bazen dudak bükmeme sebep oldu elbette.

  Onun dışında da kitap akıp gitti. Georgie ve Neal’ın anlarını okumak o kadar hoştu ki. İki insanın birbirine sevgiyle yaklaştığını görmek kitaba daha çok bağladı. Klişe olmasını filan geçeceğim çünkü böyle bir klişeliğe ihtiyacım vardı. Romantik şeyleri okumak beni mutlu etti ve kitap okuma aşkımı tekrardan körükledi. Üniversiteye hazırlık yüzünden çok fazla okuyamıyorum ama Sabit Hat’ın etkisiyle tekrardan o büyüye kapıldım sanırım. Lütfen Attachments da en kısa zamanda çevrilsin.

7 Kasım 2017 Salı

Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan
Oğuz Atay
Sayfa Sayısı: 272
İletişim Yayıncılık
52. Baskı, İstanbul, 2017

Ne  yazık ki insanların kalabalık bölümü, olanları biraz büyütemezsen pek etkilenmiyor. Tek başına elli kişiyi birden kılıçtan geçirdiğini anlatmazsan kahraman olamıyorsun. (s.79)

Dil ve Anlatım dersi için okudum. Oğuz Atay’ın dilini anlayamıyorsunuz, onun tam edebi yönünü kestiremiyorsunuz çünkü bir biyografi anlatısı. Ama kitap bambaşka şeyler sunuyor size. Türkiye’nin bilim, insan hakları, eğitim ve benzeri konulardaki açığını, Oğuz Atay yer yer ağır eleştirilerde bulunarak tenkit ediyor, yıllardır gün yüzüne çıkmayan gerçekler bu kitapta birer birer tam on ikiden vuruluyor. Yıllarca saydırdığımız sistem, aslında insanlardan kaynaklı olarak da böyle. Çünkü bizim kültürümüze ve genlerimize işlemiş okumamak, tembellik, yatma ve çözüm getiremediğimiz şeyleri eleştirme hakkı bulmamız. TÜBİTAK  ve Jale İnan’ın (Mustafa İnan’ın eşi) desteğiyle Oğuz Atay’dan yazılması için rica edilmiş bir kitap.

Mustafa’da okumuş bir mühendis, Mustafa’da okumamış bir mühendisten daha iyi bir mühendistir. (s.255)

  Biyografi, bir profesör ve Anadolu’nun köylerinden gelmiş bir Türk gencinin anlatımıyla okuyucuya sunuluyor. Genç, büyük şehirde bir yerde üniversite kazanmıştır ve yeni geldiği bu kozmopolit yere yabancıdır. Daha sonra bilmediği bir kapıya ulaşır, orada bir bilim ödülünün verilmesine şahit olur. O sırada da üniversite görevli biriyle tanışır, daha sonra profesör olduğunu öğrenecektir bu yaşlı adamın. Sonrasında ikisi birlikte vakit geçirerek bu ödülün verildiği, yani 1967’de vefat etmiş olan Mustafa İnan’ın hayatını didiklemeye başlarlar.

Derler ki, insan roman yazmaya, başka romanları okuyarak özenirmiş; hayatı roman gibi olduğu için, sırf bunun için roman yazmış biri görülmemiş. (s.261)

  Mustafa İnan çok yönlü, aydın ve çağdaş bir bilim insanı. Sonuna kadar milliyetçi olmasına rağmen her zaman yenileşmeye açık. Fransızlar Adana’yı işgal ediyor o çocukken daha, birinci dünya savaşı yıllarında, zorlu bir hayat yaşıyor. Oradan İTÜ’ye geliyor inşaat mühendisliği okumaya, İsviçre’de eğitiminin son yıllarını tamamlıyor. Orada ısrar ediyorlar kalması için ama kendisine ülkesine adayan ve onun gelişmesi için çabalayan Mustafa İnan bunu reddediyor.

Daha insanlarımız arkalarında belge bırakmaya alışmamışlar. “Günlük” tutmak gibi bir alışkanlıkları da yok. Aklında ne kalmışsa onu söylüyor. Ölüp gidince bundan da yoksun kalıyoruz. Aklımıza gelen her şeyi bir yana yazmak ayıp olur diye düşünüyoruz herhalde; hele başkaları için düşüncelerimizi de dedikodu olur diye kağıt üzerine geçirmekten çekiniyoruz. Kalıcı bir şey bırakmaktan korkar gibi bir halimiz var. Öyle ya, bu dünya da gelip geçici değil mi? İşte ülkemiz meydanda: Öteki dünya ile ilgili yapılan dışında, kalıcı bir şey bırakmamaya dikkat etmişiz. (s.259)

  Aşırı düzenli ve prensip sahibi bir insan. Yurtdışında ilk doktorayı da Mustafa İnan yapıyor. Divan Edebiyatı’yla ilgileniyor. Hatta Yahya Kemal’in selimanmesi’ni baştan aşağı ezberledikten sonra, bir de sondan başa ezberliyor! Dil konusuyla, kelimelerin kökenleriyle ilgileniyor. Yabancı dil de biliyor. Fransa, Almanya, Mısır, Ortadoğu, İngiltere, Amerika ve Hindistan gibi pek çok ülkeyi ziyaret ediyor. Müthiş bir bilgi birikimi var. Öğrenme merakı çok fazla. Kitap bittikten sonra onun ülkemiz için ne kadar büyük bir değer olduğunu, ne kadar çok şey yaptığını, uğraşlarına rağmen yorucu bir hayat sürdüğünü bilmek gerçekten çok acı oluyor.

  Ayrıca aşırı sürükleyici ve okudukça insana ilham veren, şaşırtan, sonlara doğru duygulandıran bir eser olduğu da su götürmez bir gerçek. Aslında bir hayat bu, yaşanmış bir şey ama Türk gencine hayal gibi görünmesi de bir o kadar üzücü. 

  Öldükten sonra insanlara değer biçmek de ikiyüzlülüğümüz bir göstergesi. İTÜ’de rektörlük yaparken öğrencileri sonuna kadar dinleyen, kimseyle tartışmaktan hoşlanmayan, çağdaş, aydın ve ileri, ülkemiz şartlarında gelmesi pek de zor olan. Işıklar içinde uyusun.


Bilir misin Mustafa bir adama çok kızdığı zaman ne dermiş? Jale Hanım anlatırdı: “Yahu Jale, düşünebiliyor musun, adam samimi değil,” dermiş. Mustafa için bundan büyük suç olamazdı. Haklıydı: Samimi olmayanlara düşünme sanatından, dil ve matematikten, Büyük Arya-Dharma’dan, Kızılderililerin uğradığı haksızlıklardan, din ve ilimden, idare ve matematikten, fizik ve kronolojiden, nefis kontrolunden, yurdu terk eden kabiliyetlerden, müzik ve matematikten, tolerans ve tabiattan, soyadı alınırken takip edilen yollardan, akıl hareketlerimizin tek rehberi olabilir mi’den ve kibernetikten söz edilebilir miydi? Kibernetik de neydi efendim? (s. 188)

11 Ekim 2017 Çarşamba

Sergüzeşt
Samipaşazade Sezai
Sayfa Sayısı: 103
İskele Yayıncılık
1. Baskı, Ocak 2017, İstanbul

Türk edebiyatının en önemli eserlerden kabul edilen, realizm ve romantizm akımlarına ev sahipliği yapan bu eseri, (yine) ödev vasıtasıyla okumuş bulunmaktayım, bir önceki Zeytindağı kitabı gibi. Ve yine Zeytindağı gibi kitabı beğendiğimi ifade etmem gerekecek.

  Kitapta, Kafkaslardan esir olarak getiren Dilber’in çeşitli konaklarda büyüyüşü anlatılıyor. Genç kızlık döneminde ise soylu bir ailenin oğluyla (Celal) birbirlerine aşık olmaları ve çocuğun annesi tarafından evden gönderilmesiyle olayların içine dahil oluyoruz. Devamında da bolca oğlanın ve kızın acılarına, birbirlerini bulma çabalarına yer verilmiş.

  Hikayenin devamı (Bu kısım spoiler):
  Dilber evden kovulunca, tekrardan eski köle taciri kadının olduğu  yere satılıyor ve yeni sahiplerine kavuşmak üzere Mısır’a doğru ilerliyor. Burada Cevher adında siyahi ve hadım edilmiş bir adam var, soylu bir adam bu ve Dilber’e gönlünü kaptırıyor. Ancak Dilber’in yüzüne her daim hakim olan hüzün ve acı yüreğini parçalıyor ve bir gün kapatıldığı yerden kaçmasına yardım ediyor. Yardım ederken ölüyor ve kapatıldığı yerden Cevher sayesinde kurtulan Dilber de intihar ediyor. Bu kısım o kadar sarsıcıydı ki, okurken yazara derinden bir saygı beslememek güçleşiyor.
(Spoiler bitiş)

  Yer yer fazla tasvirler yapılmış ancak okuduğum yorumlara göre Türk edebiyatına doğru düzgün betimlemeyi getirmesi açısından önemli bir konuma sahip. Yine de bazı kısımların bıktıran uzunlukta olduğu bir gerçek. Buna tezat olarak bir de kimi yerde yaptığı betimleme ve tespitler var ki onlar, insanı bir güzel sarsıyor ve etkiliyor. Değişik. Değişik ve güzel.

  Köleliğe karşıt durması da yazarımızın ne kadar cesur olduğunu gösteriyor. Bulunduğu dönemdeki kölelik sorununa değinerek büyük bir hamlede bulunuyor. Sevginin ve aşkın değerini ölçüyor, maddi şeylerle mi değerlendirebiliriz bunu, para, güzellik, cazibe gibi? Ya da daha manevi şeylerle mi? Buna değinmesi hoşuma gitti.

  Bir solukta okunuyor zaten, okuyalım.


-Yıldızlar karanlıkta parladığı gibi yoksulluk ve yoksunluk içinde de temizlik ve yücelikle parlayan ruhlar yok mudur? Bir kalp, sevmek için mutlak servete, asalete mi muhtaçtır? Bence, en güzel ikbal, ruhun göründüğü iki güzel göz; en büyük servet, kalbin hissini gösteren gül renginde dudaklardan akseden gülümsemedir. Güzellikten büyük asalet, kalp temizliğinden büyük servet mi olur? (s.50.51)

8 Ekim 2017 Pazar

Zeytindağı
Falih Rıfkı Atay
Sayfa Sayısı: 192
Pozitif Yayınları

Behçet Kemal Çağlar: Bu kitabı okumak adeta bir borçtur ve bir vazifedir.

Uzun bir zaman aralığından sonra okuduğum ilk kitap, Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı kitabı oldu. Ödev adı altında okumaya başladığım, bayıldığım, keşke daha önceden okusaymışım dediğim bir eserdi. Şüphesiz, yazar, kendi anılarını kaleme alarak yakın tarihimizi çok güzel bir biçimde anlatmış. Tertemiz Türkçesi, etkileyici anlatımı ile Türk edebiyatının ulaştığı en zirve noktalardan birisidir. Okurken insanın gözlerinin dolmaması, yüreğinin acıyla çarpmaması ne zordur!

İnsan kum üstünde şehit bırakmaya dayanamıyor, çünkü ne mezarı, ne izi kalıyor. Bir denizde bile insan bu kadar kaybolabilir. (s.174)

  Zeytindağı, Falih Rıfkı Atay’ın Suriye-Filistin cephesine ordu komutanı Cemal Paşa’nın yanında çalışırken geçirdiği anılarını anlatıyor. Cemal Paşa’nın kişiliği, olaylara bakışı, Talat ve Enver paşalarla olan durumları objektif bir biçimde anlatılmış. Kimi yerde Mustafa Kemal’e değinerek okuyucuyu heyecanlandırmıştır da.

  Üsküdar’dan entariyi kaldırmak, Merkez Kumandanlığı koğuşunda kadın döndürmek, yahut sokakta aynı arabaya binen kadın ve erkeklerden karı-koca vesikası sormamak, hemen hemen devrimcilik gibi ileri davranışlardı. Gözleri Mustafa Kemal gününde açılmış olanlara, 1913 avuntuları ne kadar gülünç gelir. (s.28-29)

  1913’de bir Mustafa Kemal, yüzyıl sonrası için bile hayaldi, fantazi romanlarında bile yeri yoktu. (s.30)

  Ona göre Enver Paşa’nın alman hayranlığının sebebi Almanca bilmesi, Celal Paşa’nın Fransız hayranlığının sebebi de Fransızca bilmesidir. Bu savaşa girmemizin bir sebebi de kurtarılmak gibi bir derdi olmayan Arapları kurtarmak için nedensizce çabalamamızdır. Gencecik Türk askerleri, Arap coğrafyasında bir hiçe karşın ölmüş, kanal harekatında boğulmuştur. Arap çöllerine, o topraklara neden yaklaşmamız gerektiğini de değinerek, din afyonuyla ne de güzel uyutulduğumuzu bir tokat gibi yüzümüze çarpmıştır.

Medine, peygamber ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ahlaksız simsar yuvalarından biridir. Her Medine’li uzaklardan gelen saf halka, bu harap ve pis çöl köyünün taşını, toprağını, kuyu suyunu kırk defa öptüre öptüre satar. (s.65)

Yüzlerca yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir santim aşındırmamıştır. (s.77)

Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık. (s.44)

  Ayrıca dikkatimi çeken diğer bir nokta Bedevilerden bahsettiği kısımlardı. Çölde, kendi ayak izlerini onlarca ayak izine karşı tanıyabilir veya kendi tanıdıklarının, hamile kadınların vs. kim olduklarını da ayak izlerine bakarak tanımlayabilirlermiş. Eleştirdiği bir diğer şey ise Atay'ın zamanında vardartrablusgirit ve medine'nin "devletin vazgeçilmez" toprağı kabul edildiğinin, günümüzde ise bu yerlerin adını bile bilinmemesidir.

Ve Falih Rıfkı efsane bir kapanışla kitabın son sayfasını kaleme alır: Yemen’in hiç bilmiyorum, belki güneşi Şeria güneşinden daha sıcak, çölleri hicaz daha kuru, daha nihayetsizdir. Fakat bunun ne ehemmiyeti var? Her tarafta bir neslin kahramanları var, kahramanlar için iklimler, düşmanlar, denizler ve karalar birdir. (s.189)

Güzelim Tespitleri, Anlatımları

İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işlemektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi. (s.46)

Acaba insanın öldüreceği kimseleri, önceden, sağ olarak, karşısına dizlerine kapatmaktan ve dik boyunlarını öldürmekten aldığı zevk nedir? (s.53)

İngiliz cephesinden at kaçırıp bize satan Bedeviler, dönüşlerinde bizim atlarımızı çalıp İngilizlere satarlardı. Harb cephelerinin ta ortalarında saklanarak, kaçan tarafın ganimetlerini yenmiş olanlardan daha önce toplamak için hayatlarını tehlikeye atanlaraz değildi. (s.92)

Almanlar büyük harbe Türkiye’ye kendi teğmenlerinin adını koymuşlardı: Enverland! (s.114)

  İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:
  -“Benim Ahmed’imi gördünüz mü?” diyor
Hangi Ahmed’İ? Yüz bin Ahmed’in hangisini? (s.125)

Beni en çok sarsan kısmı ise:

...emir ve adamları bir defa medayin’e uğrar gibi oldular. yemeklerimizi yiyip yeni altınlarımızı aldıktan sonra, yine dağıldılar. önümüzdeki vesikalardan yalnız birinde emirin şahsına verilmiş yedi bin altının kaydını görüyorum.
...
biz emir’e top da yollamıştık. kumandanı ikinci mülazım osman bey’di. aşiret, medayin’e doğru yürüyüş gösterdiği zaman, bir vadide ateşe uğradı: bizimkiler 1000, karşı taraf da 30 kişi kadardı. daha birkaç kişi yaralanınca hepsi (araplar) kaçmaya başladılar. osman bey’e de:
- topunu bırak, gel! diyorlardı.
- o benim namusumdur, bırakamam. ne diye kaçıyorsunuz, diyordu.
boş yere bağırdı, çağırdı. karşı taraf üstüne üşüşüp kurşun ve cenbiye ile türk çocuğunu parçaladılar.
silahlar, toplar, altınlar, develer ve erzak, hepsini, hepsini verdik. ve bütün seferden bize yine ve yalnız bir türk çocuğunun isimsiz, nişansız, mezarından başka bir şey kalmadı.
türk topuna sarılmış olarak parçalanan osman, 333 senesi haziranının üçüncü günü ölüp gitmiştir. (sf. 105-106) [bu kısım internetten copy-paste]

5 Ağustos 2017 Cumartesi

Bu Bizim Hikayemiz (This is Our Story)
Ashley Elston
Sayfa Sayısı: 328
Çevirmen: Ezgi Kızmaz
Yabancı Yayınları
1. Baskı, Temmuz 2017, İstanbul

Birbirlerine kardeşten öte bağlılıkları ve yakınlıkları olan bir erkek arkadaş grubu var: Logan, John Micheal, Henry, Grant ve Shep. Delicesine zenginler (küçük bir ayrıntı) ve gittikleri bir av sırasında Grant öldürülüyor. Ortamda başka biri olmadığına göre anlaşılıyor ki Grant'ı öldüren de içlerinden biri. Böylelikle olaylar sarpa sarmaya başlıyor ve Grant ile bir bağı olan, lisede okuyan ancak yarı zamanlı savcılıkta çalışan Kate Marino da bu işe dahil oluyor ve olayları çözmek onun için başka bir anlam kazanıyor.
  Kötü bir kitaptı bu. Yazarın gerçekten çok sürükleyici bir yazım tarzının olduğu su götürmez bir gerçek iken geri kalan kısımlar ne yazık ki vasatın çok çok altındaydı.
1.Yazar, karakterlerin özelliklerini yarım yamalak betimlemiş. Ya hiçbir girişimde bulunmayıp direk canlandırma görevini okuyucuya bıraksaydı, ki bence bu harika olurdu, ya da net bir şekilde sunsaydı.
2. Ana karakter resmen atanamamış 'Veronica Mars' idi. Kimi yerde cesurca atlamalarda bulunuyor, kimi yerde de yaptıkları cesurluk ile aptallık arasında gidip geliyor. Birinci ağızdan ilerlemesine karşın karaktere yönelik bir sıcaklık hissedemedim bile.
3. Övgülerden dolayı en sonuna kadar merakla okudum ve sonu koskocaman bir hüsrandı. Katili tam on ikiden vurdum ve bunun nedeni öyle aşırı zeki filan olmam da değildi, sadece klasik polisiye taktiği üzerinden ilerlenmiş. Yenilik sıfır. Şaşırtma sıfır. Orijinallik sıfır. Ayrıca kitap bitince kafamda soru işaretleri de kaldı.
4. Ortalarda yazarın yaptığı atak beni çok etkilemiş ve  hem kaliteli bir genç yetişkin kitabı okuyacağım için, hem de insanı dumura uğratacak bir polisiyeyle karşı karşıya olduğum için çok mutluydum. Lakin bu sadece o kısma özgüydü ve sonra kitap hızla düşüşe geçti. Olaylar fazla tesadüfi olmaya, klişeleşmeye, sonu tahmin edilebilir olmaya başladı ve hüsran verici bir şekilde bitti.
5. Bir diğer şey -belki bu spoiler olabilir- katilin öldürme sebebiydi. Kate şizofren çıksa daha mutlu olurdum, veya diğerlerinden biri yapsaydı çünkü sunulan gerekçe bana o kadar da büyük gelmedi. Neyse, velhasılkelam, neden bu kadar beğenildiğini bilmemekle birlikte klasik cümlemi yazıyorum: Belki siz beğenirsiniz

4 Ağustos 2017 Cuma

Vejetaryen (Chaesikjuuija)
Han Kang
Sayfa Sayısı: 160
Çevirmen: Göksel Türközü
April Yayıncılık
4.Baskı, Nisan 2017, İstanbul

Yorum, kitap hakkında ayrıntılı bilgi içerebilir!

Doğu Asya edebiyatıyla belirgin olarak ilk tanışma diyebileceğim bir kitap oldu bu, daha önce Kokoloji’yi okumuştum ama o daha çok bir ‘kendini keşfetme oyunu’ olarak adlandırılabilir. 2016 yılında Man Booker Ödülü’ne layık görülen bu eser, Güney Koreli bir yazar olan Han Kang’a ait.

  Çok rahatsız edici ve garip bir kitaptı bu, okurken sarsılmamak elde değil. Üç bölüme ayrılmış ve bir novella çağrışımı yapmasına rağmen bütünleşerek bir roman haline geliyor. Yonğhe adı verilen bir kadın ve onun akrabaları, ailesi üzerinden ilerliyor. Sıradan bir kadının, günün birinde bir değişim geçirerek aniden vejetaryen olması, ailenin tepkileri baz alınıyor ilk bölümde. İkinci ve üçüncü bölümler de ilk kısımdan yardım alarak daha sembolik bir havaya bürünüyor ve cinsellik, şiddet, ilişkiler, arzular, saplantılar, yaşam ve ölüm kavramlarını sorgulayarak ilerliyor.


  Yazarın çok hafif ve duru bir dili var, bu açıdan biraz eksiydi çünkü biraz daha ağır olmasını isterdim. İlk kısımda Yonğhe’nin ailesinin onun kollarını tutarak yemek yedirmeye çalışması aile içi şiddetin, baskının can yakıcı bir örneği. Yonğhe’nin yavaş yavaş değişim geçirmeye başlaması gösteriliyor, kendini keşfetme yolunda attığı ilk adımlar. İkinci kısım ise daha çok bir geçiş, ara bölüm gibi. Yonğhe’nin arzularını dışa vurduğu, ruhunu özgür bırakmak istediği, korkuya karşı baş gösterdiği, düşüncülerini somut eyleme dökündüğü kısım. Üçüncü kısımda da kendini bulma yolunda iyice kaybolduğunu görüyoruz aslında. Ve ilk kısımda aile bireylerinin onun kollarından tutup zorla et yedirmeye çalışmasını, son bölümde hastanedeyken hemşirelerin zorla ona boruyla yemek vermesi tekrar bizim yüzümüze çarpıyor. Tavsiye ederim.  

1 Ağustos 2017 Salı


Türkü Söylüyor Otlar (The Grass is Singing)
Doris Lessing
Sayfa Sayısı: 240
Çevirmen: Fatma Aylin
Can Yayınları
1. Baskı (?), 1983, İstanbul

Kitap hakkında ayrıntılı bilgi içerebilir!

Elimdeki baskısı o kadar eski ki, bunu hissetmek beni çok mutlu ediyor. Hediye olduğunu bilmek de bambaşka zaten. Daha önceki yorumum kısaltılmış İngilizce versiyonu için yapılmıştı, sonunda orijinalini de okumuş bulunmaktayım, huzurluyum, mutluyum. Kavuşalı sekiz ay oldu aslında, canım İngilizce öğretime bu mükemmel hediyesi için de –tekrardan- çok ama çok teşekkür ederim.

  Yazarın harikulade bir dili var, okumak bu sayede çok akıcı oluyor ve kendinizi tamamen kitabın içinde bulabiliyorsunuz. Kitap, günümüzdeki adı Zimbabve olarak bilinen çoğunluğu siyahlardan oluşan ancak yönetme gücü beyazlarda olan Rodezya’da geçiyor. Mary, sorunlu bir çocukluk yaşamış ve bundan dolayı da erkeklerden kaçan, evlilikten uzak duran cıvıl cıvıl, hayat dolu ve çekingen bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Otuzlarına geldiğinde ise bir gün çok yakın olduğu kız arkadaşlarının onun hakkında dedikodu yaptığını işitiyor. Klasik toplum baskısı burada çok güzel bir şekilde işleniyor ve Mary bundan ötürü büyük bir utanç duruyor, hakkında söylenenleri duyduğunda neredeyse yıkılıyor. Sonra da bu yorumlardan kaçıp kurtulmak için Dick Turner adında, kendisine ilgi gösteren ilk erkeğin kucağına atlıyor ve uzun yıllar hayatını sürdürdüğü kent hayatından çiftlik hayatına geçiş yapıyor.

   Tabi ki bu geçiş onun için koskocaman bir yıkım oluyor. Dick, tamamen insanlardan izole bir hayat sürerken Mary de ne yazık ki ona ayak uydurmak zorunda kalıyor. Aşırı derecede sıcak havalarda, çatısız bir evde kendini oylamaya çalışırken yavaş yavaş da delirme raddesine geliyor. Yapacak, oyalanacak hiçbir şey, iletişimde bulunacak kimse yok çünkü. Evine hizmetçi olarak gelen siyahi adamlarla bir arada bulmaktan dolayı da ayrı bir iğreniyor, vakit buldukça onlara eziyet ediyor ve kovuyor. Yavaş yavaş da yıkıma geçiyor tabi ki, ta ki siyahi bir hizmetçi olan Musa gelene kadar. Bu Mary’nin hem yeni bir başlangıç yapmasını sağlıyor, hem de sonu oluyor.

  Yazarın değindiği önemli konular ataerkil sistemin kadın üzerinde uyguladığı şiddet, toplum baskısı, siyah-beyaz ayrımcılığı, ırkçılık ve sömürgecilik. Mary çocukluğunda babasının tacizine maruz kalarak hayatı boyunca tensel ve duygusal temaslardan var gücüyle kaçıyor. Toplum baskısına tutulduğu anda da, insanlar onu evlenmeye zorluyor. Uzun yıllar saklamaya çalıştığı yarası tekrardan kanamaya başlıyor. Bulunduğu ülke zaten ırkçılığın ve ayrımcılığın hat safhada olduğu bir yer, kentten köy hayatına düştüğünde de işte kendini her şeyin tam ortasında buluveriyor.


  Burada kötü bir kadın, kötü bir ev sahibi, vahşi ve deli bir kadın olarak adlandırılan Mary Turner suçlu değil, kurban aslen. Kitabın en sonunda, yazar ataerkil sistemi bir kez daha gözümüze çarparak, Mary’nin, siyahi olmasına rağmen bir erkek tarafından öldürülmesini de sarsıcı bir şekilde okuyucuya sunuyor. Betimlemeleri ve anlatımıyla, özellikle böyle zor bir konuyu bu kadar etkileyici bir şekilde işlemesiyle Doris Lessing’i sevgi ve hayranlıkla selamlıyorum. Okuma şerefine eriştiğim için çok gururluyum, bin kez tavsiye ederim. 

31 Temmuz 2017 Pazartesi

Amok Koşucusu (Der Amoklaufer)
Stefan Zweig
Sayfa Sayısı: 60
Çevirmen: Nafer Ermiş
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
3. Baskı, Nisan 2017, İstanbul

Satranç ile tanımıştım Zweig’ı, sonra yeniden bir okuma isteği duyunca da Amok Koşucusu’yla devam ettim. Anlatıcımız yine meçhul kitapta ve öykü Satranç’taki gibi yine bir gemide geçiyor, bu açıdan rahatça bir kıyaslama yapabileceğimi düşünüyorum.

  Bir doktor kendisinden yardım isteyen zengin bir kadının bu teklifini geri çevirmek zorunda kalır, kadının ona yansıttığı kibirli tavırlar yüzünden öfkeye kapılmıştır. Kısa süre içinde kadını kendince bir saplantı haline getirir ve reddedişine pişmanlık duyarak kadını arama çabalarına girişir. Bunun sonucunda da öldürücü bir delilik olarak bilinen amokun etkisi altına girecektir.

  Kitabı sevdim, hatta  Satranç’tan bir tık daha çok sevdim. Özellikle Zweig’ın başlarda yaptığı gökyüzü betimlemesini kafamda çok rahat bir şekilde canlandırabilmem, onun kaleminin ne kadar bambaşka olduğunu gösterdi bana. “Gökyüzü pırıl pırıldı. İçinde bembeyaz uçuşan yıldızlara göre karanlıktı ama yine de pırıl pırıldı; sanki orada muazzam bir ışığı örtmekte olan kadife bir perde vardı, sanki parıldayan yıldızlar sadece o perdedeki delikler ve yırtıklardı, o anlatılmaz aydınlık da oralardan sızıp öyle parlıyordu.” (s.3)


  Konunun çok sarsıcı olduğunu düşünmüyorum. Lakin betimlemeleri olsun, kendine has dili olsun, okuyucuyu olayların içine çekebilme kabiliyeti olsun, bunlar kitabı etkileyici bir edebi metin haline getiriyor. Psikolojik tahlilleri ve hayal gücü çok yüksek bir yazar Zweig, hafiften de intiharının görünmez izlerini yansıtmış kitaba. Bu kitapta işlediği saplantı, hastalık, yalnızlık ve ölüm gibi konular da onun yansıması gibi geliyor bana. Takıldığım tek nokta kimi zaman çok abartılı bir tavır izleyerek doğallıktan uzaklaşması. İlişkileri yazarken yeterince gerçeğe dönememesi gibi bir izlenim alıyorum, kimi zaman bu çekici gelse de, kimi zaman da birtakım şeyleri yapaylaştırıyor. Belirgin olarak da öykülerini okumaktan hoşlanıyorum ve canım bir şey okumak istemiyorken bilen Zweig okumak beni her daim o durumdan kurtarabiliyor. 

30 Temmuz 2017 Pazar

Görünmez Canavarlar (Invisible Monsters)
Chuck Palahniuk
Sayfa Sayısı: 240
Çevirmen: Funda Uncu
Ayrıntı Yayınları
10. Baskı, Ekim 2016, İstanbul

Not: Yorum, kitap hakkında ayrıntılı bilgi (spoiler) içerebilir!

Harikulade bir kitap, Dövüş Kulübü’nden daha çok sevdiğimi söyleyebileceğim kadar iyi. Çok iyi. Yazarın Dövüş Kulübü’nde kastığı aforizmaları bu kitapta o kadar da göstermemesi daha bir doğallık ve içtenlik ve etkileyicilik katmış. Dağıtıcı bir şeydi.

  Yazar, tüketim toplumunun kurbanlarını ele almış ve her iki bireyi de aynı açıdan değerlendirmiş aslında, sevginin tahtını ilginin alması ve bunun sonucu. Kız kardeş çevresinden deli gibi ilgi görür ve erkek kardeş de aileden gelen ilgiyi toplar ve bunun sonuncunda da görünmez canavarlara dönüşürler. Bu canavarlar somut olabilecek ancak somutlaştırılamayan bu kavramı (ilgi) sonsuz bir açlıkla tüketir ve ruhlarını bu şekilde de beslerler, ancak her daim açtırlar. Çünkü bu kavram, onları içten içe kemiren zehirli bir üründür aslında.

  Toplumun her yaptığımız şeye müdahale etmesi, devamlı olarak kusursuzlaştırılmaya çalışılmamız, bize ait hiçbir şeye sahip olmamız da değinilen (daha da) önemli bir konu aslında. Sandığımızın aksine yaşamımızda kendimize ait ne kadar az karar verdiğimizi, aykırı görüşlerin toplum tarafından nasıl asimile edildiği ve yolumuzu bizim değil, başkalarının çizdiği de çok rahat bir şekilde gösteriliyor. Dedikodu, eleştiri, her şeye yorum yapma açlığı, “bilmiyorum” diyememek.

    Yazarın yazım tarzına zaten hayranım, yaptığı ters köşeler ise beni benden aldı. Son yüz küsür sayfada art arda patlattığı bombalar kitabın etkileyiciliğine ayrı bir sersemleticilik katmış. Bağımsızca anlatılan kısımları en sonunda rahatça bütünleştirerek gözünüzde canlandırmakla yerli yerine oturuyor her şey. Tokat yemiş gibi olmak demek tam olarak bu. Bir gün, bir daha okuyacağım.


“Benim hiçbir şeyim orijinal değil. Ben bildiğim tüm insanların ortak çabasıyım.”

27 Temmuz 2017 Perşembe

Da Vinci Şifresi (The Da Vinci Code)
Dan Brown
Sayfa Sayısı: 495
Çevirmen: Petek Demir
Altın Kitaplar
45. Basım, Nisan 2005, İstanbul

Yok, beğenmedim ben hiç bu kitabı. Senelerdir duyduğum ve bu kitap için, yazar için sunulan methiyelerin aslında içi boş birtakım laflardan farklı olmadığını anladım. Simyacı gibi, Kürk Mantolu Madonna gibi, Küçük Prens, Uçurtma Avcısı gibi bu kitap da, abartılmaktan vazgeçilmeyen, sürekli olarak göklere çıkartılan ve objektif yorumlardan uzak olarak sürü psikolojisi içinde değerlendirilen eserlerden birisi. Tamam, sürükleyici olabilir, güzeldir, keyifli vakit geçirtir ama bu kadar da abartılacak bir şey göremiyorum ben.

  Dan Brown’un sürekleyici bir yazım tarzı var, insanlık da gizemli şeylere abartılı bir çekim duyduğu için ekstra bir okunma oranı kazanmış. Ben ise güzel bir kurgu göremedim bu kitapta, sürükleyici olmaktan başka bir cazibeye sahip olamamış –ki kimi yerde de sıkılan ve dudak büken biri olarak belirtiyorum bunu.

1. Ana karakterlerin –Sophie ve Robert- kavrayışları o kadar geç ki, okurken çok fazla irite oldum. Bir de sanki çok zekilermiş gibi davranılmış ya, güldürücü bir şey bu. Ya birisine dank ediyor, ötekine açıklayınca ‘haa’ şeklinde bir cevap sunuyor. Ötekinde jeton düşünce, bu sefer diğeri aynı tepkiyi veriyor ve en ufak şeyleri idrak etmekte güçlük yaşıyorlar. İlginç.

2. Aşırı tesadüfi bir hava sezdim kitapta. İçlerinde bulundukları arap saçına dönmüş durumlardan –ne hikmetse- devamlı kurtulmayı başarıyorlar. Yazarın heyecan katmak için devamlı ama devamlı uyguladığı gereksiz bir taktik olmuş. Bilgi birikimi, titiz çalışma ve emek gerektiren bir konuyu seçmiş olabilir yazar, lakin işleniş kötü.

3. Son kısımlara doğru kitabın o tekdüzelikten kurtulduğunu hisseder gibi oldum, mesela sırların açığı çıkışı vs. Ancak sonu tıpatıp aynı bir Türk filmi gibi olmuştu. Tesadüfler ve tesadüfler, biraz duygusallık, sırrın açığı çıkışı gibi konular basit ve üstünkörü olmuş, sırf okuyucunun şaşkınlık ve hüzün duyguları kabarsın diye de gereksiz birtakım çabalara girişilmiş. Olmamış.

  Elbette zevkler ve renkler tartışılmaz, ama ben bu kitapta da bu kadar abartılmaya değer bir şey göremiyorum. Bu kadar satmasının sebebinin de ne olduğunu merak ediyorum açıkçası, derin gibi görünen ancak yüzeysellikten öteye geçemeyen bir kitap olmuş.


  Belki siz beğenirsiniz.

25 Temmuz 2017 Salı

Lontano (Lontano)
Jean-Christophe Grange
Sayfa Sayısı: 655
Çevirmen: Tankut Gökçe
Doğan Kitap
30. Baskı, Haziran 2016, İstanbul

Siyah Kan’dan daha vasat, katil aceleye gelmiş gibi ve olay örgüsü yeterince tatmin edici değildi. Buna rağmen Grange yine harika bilgi birikimi ve büyüleyici hayal gücünü konuşturarak su gibi akıp giden, kimi yerde okuyucuyu heyecandan titreten bir eser çıkarmış ortaya.

  Uzun yıllar önce Kongo’da “Çivi Adam” lakaplı bir seri katil ortaya çıkıyor ve sonunda Gregorie Morvan adlı bir Fransız tarafından yakalanıyor.  Günümüzde ise Çivi Adam’la birebir örtüşen, onun cinayetlerini tamamen taklit eden başka birisi ortaya çıkınca, Fransa-Kongo-Belçika arasında bir kovalamaca başlıyor.

  İnternette pek çok kez değinilmiş, ben de hemfikir olduğumu ifade etmek için tekrar belirteyim: Grange son yazamıyor. İlk Siyah Kan’da hissetmiştim bunu, Lontano’da da doğrulandı. Kitabı bitirince içinize sinmeyen bir şeyler olduğunu hissedebiliyorsunuz, seri olmasını bilmenize rağmen de kurtulamıyorsunuz bu abuk şeyden. Bunun dışında hisse senedi, Kongo’yla ilgili bölümler vs. gereksiz uzatılmıştı ve o kısımları okurken sıkıntı çektim. Muallakta kalan sonuyla da ikinci kitap müjdelenmiş, geçenlerde Kongo’ya Ağıt adıyla Doğan Kitap’tan çıktı zaten.


  Kitapta özellikle dikkatimi çeken kısım yarattığı bireyler ve aile ilişkileri oldu. Karakterlerin her birinde kendimden parçalar buldum, yakın hissettim ve bu yönüyle de ayrı bir zevk aldım. Tahminlerimin yüzde ellisi doğru çıkarak burun kıvırmamı sağlasa da, yine de sürprizli kısımların bazıları beni etkiledi. İkinci kitabı okur muyum, bilmiyorum. 

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Uzumaki #1
Yazar/Çizer: Junji İto
Sayfa Sayısı: 208
Çevirmen: Fuat Yurtlu
Gerekli Şeyler Yayıncılık
1. Baskı, Şubat 2017, İstanbul

Manga okumanın bana tuhaf bir zevk verdiğini fark ettim ve Death Note'un üçüncü cildinde mola vererek, Uzumaki'ye başladım. Ürkütücü bir kitap ve şahane bir konusu var. Çizimlere baktıkça sizi içine çekiyor gibi hissediyorsunuz. Bir kasabada meydana gelen, 'sarmal' adı verilen bir lanetle beraber insanlar tuhaflaşmaya başlıyor. Kitabı metroda okumaya başladım ve eve giderken gördüğüm sarmal şeklindeki her ayrıntı içimi titretmeye yetti. Ayrıca son sayfalarda yazarın kendini de çizerek hafifçe bahsetmesi hoş bir ayrıntı olmuş. Bol kitaplı günler!
Evrenin Sonundaki Restoran (The Restaurant at the End of the Universe)
Douglas Adams
Sayfa Sayısı: 260
Çevirmen: İrem Kutluk
Alfa Yayınları
1. Baskı, Haziran 2017, İstanbul

Son zamanlarda neredeyse hiç kitap okumuyorum, içimden gelmiyor nedense. Beni bu durumdan kurtarabilmesi için de çok sevdiğim serinin ikinci kitabını seçtim.

  İlk kitaptan biraz daha vasat, yine de okurken sıkça kıkırdadım ve yazarın zekice kullandığı mizahi üslubu beni kendine hayran bıraktı. Karakterleri özlediğimi fark ettim, ancak bir tanecik Marvin'ime bu kadar az pay verilmesi, Douglas Adams'a sitem etmemi sağladı. Macera son hız giderken yine de aradığımı pek bulamadığımı itiraf etmem gerekiyor. Bazı kısımlar gereksiz ayrıntılarla doluyken, bazı kısımlar ise yarım kalmışlık hissi verdi. Zirve serilerimden biri olarak adlandırdığım bu güzellik, ikinci kitabıyla beni yeterince tatmin etmemiş bulunmaktaysa da, yine de çok keyif aldığımı -tekrar ve tekrar- ifade etmem gerekiyor. Belki içinde bulunduğum saçma ruh halinden dolayı da olabilir bu ama, neyse.

9 Temmuz 2017 Pazar


Harry Potter ve Ateş Kadehi (Harry Potter And the Goblet of Fire)
J.K. Rowling
Sayfa Sayısı: 859
Çevirmen(-ler): Sevin Okyay-Kutlukhan Kutlu
Yapı Kredi Yayınları
2.Baskı, Kasım 2001, İstanbul

Ateş Kadehi ilk 4 kitaptan favorime oturdu, ilk 3 kitaptan Azkaban Tutsağı ve ilk iki kitaptan Sırlar Odası'nın favorim olması gibi, okudukça sevgim katlanarak artıyor.

  Üçbüyücü turnuvasından bahsediliyor bu kitapta, on yedi yaşından küçüklerin katılması yasak ama her ne hikmetse Harry kendini yarışmanın göbeğinde buluyor. Bol ters köşeli bir kitap yine, yine elimden düşürmeden okuduğum ve okurken delicesine keyif aldığım bir serinin dördüncü kitabı oldu. Harry Potter'a her zaman burun kıvırarak bakmış olan ben, bu kitapla beraber gereksiz ön yargımı yendiğimi düşünüyorum. Önceki yorumlarımda kitapla filmlerin birbirini tamamladığını düşündüğümü ifade etmiştim ama kitabı bitirdikten sonra filmi tekrar izledim ve yanılgım yüzüme çarptı. Filmler çok ama çok eksikmiş, kitabın verdiği hazzın çeyreğini bile veremiyormuş. Bir sonraki kitapta görüşmek üzere.
Ölüm Defteri, Cilt 2: Birleşme
Yazar: Tsugami Ooba
Çizer: Takeşi Obata
Sayfa Sayısı: 200
Çevirmen: Can Erkin
Akılçelen Kitaplar
7. Baskı, 2015, Ankara

Okuduğum her kitaba yorum girme takıntımdan mütevellit, önceki yorumdan farklı söylenecek pek fazla bir şeye sahip olmama rağmen, yine de iki çift laf edeyim dedim. Karakterlerin çizimleri her zamanki gibi nefis, olay akışı heyecanlı, merak uyandırıcı, kimi zaman kalbimi ufak ufak çarptırtacak derecede ataklar uyandırıyor, bir sonraki ciltte görüşmek üzere.

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu (SCUM Manifesto)
Valerie Solanas
Sayfa Sayısı: 92
Çevirmen: Ayşe Düzkan
Sel Yayıncılık
2. Baskı, Eylül 2016, İstanbul

Feminizmle alakalı olarak daha önce Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar kitabını okumuş, çok etkilenmiş ve araştırmalar yapmaya başlamıştım. 2. olarak da Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu ile devam ettim.
 
  Fazlalıkla radikal görüşler içeren, okuyanın bakışını tepetaklak edebilecek, cesur, korkusuz ve acımasızca yazılmış bir kitaptı bu. Çocukluğunda babasının tacizine maruz kalmış, dedesi tarafından kırbaçlanmış ve bir denizciden on beş yaşında hamile kalmış, buna rağmen lise ve üniversite eğitimini tamamlayarak kendi ayakları üzerinde durmaya çalışmış, duyarlı, zeki, akıllı ve bilgili bir kadınmış Solanas. Andy Warhol'u öldürme teşebbüsünde bulunan kadın, olarak da biliniyor ayrıca.
 
  Kitap, y geninin tamamlanmamış bir x geni olduğunu söyleyerek, erkeklerin eksik bir dişi olmasına değiniyor. Dünyada meydana gelen bunca şiddetin, savaşların, hırsın eril olmanın bir hastalık olmasından ötürü ortaya çıktığını öne sürüyor. Kullandığı bu sert dil, kadınların yüzyıllardan beri ikinci sınıf görülmesi, aşağılanması ve ezilmesine yönelik bir başkaldırı aynı zamanda. Eksik bir dişi olmanın verdiği acizliğe tahammül edemeyen eril, yeryüzünün çöplüğe dönüşmesinin en büyük sebebidir, neden olduğu bazı şeyler: savaş, fuhuş, bireyselliğin bastırılması, tecrit, rekabet, toplumsal ve ekonomik sınıflar ve benzeri.

  Son kısımlarda ana düşünce olarak ele alınan fikir, erkeklerin tamamının imha edilerek, sadece kadınlardan oluşan bir toplumun meydana gelmesi ve bu mücadele ne kadar zor, ne kadar uzun süreçli olursa olsun, daha özgür ve ataerkil sistemden arınmış bir toplum için asla vazgeçilmemesi. Yazarı, soğukkanlılığı için tebrik ediyor ve kadın, erkek demeksizin her bireyin okuması gerektiğini düşünüyorum.

22 Haziran 2017 Perşembe

Harry Potter ve Azkaban Tutsağı (Harry Potter and the Prisoner of Azkaban)
J.K. Rowling
Sayfa Sayısı: 396
Çevirmen(-ler): Sevin Okyay-Kutlukhan Kutlu
Yapı Kredi Yayınları
39. Baskı, Mart 2017, İstanbul

Serinin kitapları gün geçtikçe daha da harika bir hale geliyor. Başlarda büktüğüm dudağım yavaş yavaş bir tebessüme dönüşüyor ve seriyi gerçekten benimsemeye başladığımı hissediyorum. İlk iki kitabın aksine, Azkaban Tutsağı’nı çok ama çok sevdim ben.

  Filmleri izleyeli epey vakit oluyor, Azkaban Tutsağı’nı okurken de silik silik hatırladığımı fark ettim ve ilk kez Harry Potter evrenine dahil olmuş bir okuyucu pozisyonuna koyabildim kendimi, böylelikle daha da objektif değerlendirebiliyorum. Bir kere Rowling ablamız şaşırtıcı bir tarz izlemiş, defalarca kez ters köşe yapmaktan da sıkılmamış, bu da okuyucuyu kitabın içine daha rahat sokuyor. Başlarda ipuçlarını hafif hafif vererek, son yüz elli sayfada olayları ardı ardına patlatmış ve heyecanla coşturmuş. Çok sevmişim ben bu kitabı ya.

  Takıldığım tek nokta, Hermione’nin Şahgaga’yı (sonlara doğru gerçekleşiyor bu) tutarken selam vermemesi rağmen, Şahgaga’nın tepkisiz durması oldu. Gözden mi kaçırdım acaba bilemiyorum, Ateş Kadehi’ni okumayı da heyecanla bekliyorum. 

20 Haziran 2017 Salı

Amerikan Tanrıları (American Gods)
Neil Gaiman
Sayfa Sayısı: 712
Çevirmen: Niran Elçi
İthaki Yayınları
1. Baskı, Nisan 2017, İstanbul

Büyük bilgi birikimi isteyen bir eser Amerikan Tanrıları, Hindistan’dan tutun da İskandinavya’ya, Mısır’dan İrlanda coğrafyasına kadar, o topraklardaki kültürlerin oluşturduğu mitolojik ögeler kitapta somutlaşarak bireylerin kılığına giriyorlar ve fantastik mi fantastik, değişik mi değişik bir eser çıkıyor karşımıza. Neil Gaiman’dan da okuduğum üçüncü kitap.

  Çok büyük bir beklentiyle başladığımdan olsa gerek tamamen tatmin olmuşluk hissi yok üzerimde, yine de güzel bir serüvendi. ABD kültürüyle yetişen bir birey olsam alacağım zevk belki bambaşka olurdu ama işte şu anki durumda eh. Gölge, hapishaneden çıkmasına birkaç gün kala karısının ölüm haberini alıyor ve ilk uçakla onun yanına gitmek üzere harekete geçiyor. Bu sırada uçakta Bay Çarşamba adı verilen gizemli bir adamla tanışıyor, Bay Çarşamba Gölge’den kendi için çalışmasını istiyor ve o andan sonra da tüm hayatı değişiyor.

  Konu bakımından çok güzel, yazarın yazım tarzı da fevkalade ancak işleniş bakımından o kadar da iyi bulmadım, en azından ortalarında kapıldığım his buydu. Başlarda ‘muazzam ya’ gibi bir moddayken ortalarda tekdüzeliğinden olsa gerek, biraz bu düşüncem soldu ama sonlara doğru kitap hoşuma gitmeye başladı, cuk oturabilecek tek sözcük bu sanırım. Yolculuğu sevdim, karakterleri sevdim, kimi yerdeki anlamsızlığı sevdim, Bay Çarşamba’yı da sevdim ve sonunda her şeyin biteceğini bilmek üzücüydü.

  Gölge karakteri ise gerçekten yazardan gelebilecek en güzel atıştı, tam on ikiden vurmuş. Tepkisizliği, ruhsuzluğu, siyahi bir ana karakter olması, (böyle sınıflandırmak doğru olmasa da, çok ilginç bir tecrübeydi benim için) parayla yaptığı sihirbazlıklar, Laura ile olan o değişik ilişkisi ve hayata karşı bir duruşunun olmayışının bile bir duruş yaratmış olmasının getirdiği gülünçlük, bende çok nadide bir karakter olmasını sağladı, çok sevdim ben. Yine de başta söylediğim gibi, muazzam bir eser değil ama çok başka, bambaşka büyülü bir dünya ve okunmasını gerçekten tavsiye edebileceğim bir kitap. Bol kitaplı günler!

18 Haziran 2017 Pazar

Ölüm Defteri 1: Can Sıkıntısı
Yazar: Tsugami Ooba
Çizer: Takeşi Obata
Sayfa Sayısı: 200
Çevirmen: H. Can Erkin
Akılçelen Kitaplar
9. Baskı, 2016, Ankara

Okuduğum ilk mangaydı ve benim için güzel bir deneyim oldu. Animesini izlemeye çalışmıştım –sekiz bölümcük kadar- ama bir şeyleri izlemek, okurken aldığım hazzın ancak yarısını verebiliyor, böylelikle ben de okumakta karar kıldım.


  Çizimler etkileyici, konu yaratıcı ve orijinalliğiyle hayran bırakacak cinsten. Güzel ve zekice bir başlangıç yapılmış olundu, fazla detaya girmeden ve devam ciltlerini okumadığımdan ötürü ayrıntılı bilgiler vermemek üzere yorumu çok uzatmıyorum. Ana karakter Light’ın iticiliği dışında rahatsız eden bir şey olmadı beni kitapta. Ryuk’un çizimi ekstra bir hoşuma gitti, ölüm meleği ve barındırdığı o efsanevi alaycı tavrı, görünüşten olsa gerek.  Devam ciltleriyle görüşmek dileğiyle!

17 Haziran 2017 Cumartesi

Parantez (La Parenthese)
Elodie Durand
Sayfa Sayısı: 224
Çevirmen: Damla Kellecioğlu
Desen Yayınları
1. Baskı, Kasım 2016, Ankara

  Maus’tan sonra okuduğum ikinci çizgi romandı ve çok sevdiğimi belirtmem gerekiyor. İnternette okuduğum bir yoruma aynen katılıyorum, bu tarz otobiyografik hikayeler romanlaştırıldığında, aynı türe ait çok fazla eser bulunduğu için belirli bir çekicilik taşımıyorlar. Çizgi roman versiyonları ise tadından yenmez oluyor.

  Beyninde bulunan tümörle epilepsiye yakalanan genç bir kadının bu sancılı dönemde yaşadıkları anlatılıyor. Büyük bir unutkanlıkla da boğuştuğu için bazı kısımları ailesinin ona anlatışından dinliyoruz. Çizimleri çok doğal, diyalogları çok içten buldum. Yaşamın ve hayatın kıymetini, ailenin önemi ve sağlıklı olmanın  ne kadar büyük bir lütuf olduğunu kitap çok iyi bir şekilde gösteriyor, otobiyografik olması da aynı şekilde artı bir puan. Kitabın bazı kısımlarında bulunan çizimlerin, yazarın hastalandığı dönemden izler taşıması ve bunu eserine dökmesi ise elbette takdire şayan bir durum. Parantez ismini de çok yakıştırdım kitaba, insanın, yakalandığı hastalık yüzünden iki duvar arsına sıkışıp kalması ve bu sürecin ne kadar boğucu olduğunu ifade etmek üzere cuk oturan bir kavram.

  Tavsiye ederim herkese.


16 Haziran 2017 Cuma

Hadi, Yarın Görüşürüz (So Long, See You Tomorrow)
William Maxwell
Sayfa Sayısı: 152
Çevirmen: Çiğdem Erkal İpek
Jaguar Kitap
1.Baskı, Ocak 2017, İstanbul

Gözlük kullanmaya başlamamın ve gözlerimdeki sorunu fark ettiğimden beri kitap okuyamamamın şerefine girdiğimin sürecin bitirdiğim ilk kitabı bu oldu. Maalesef ki, Kadıköy Kitap Günlerinden aldığım bu eser yeterince tatmin edici değildi.

  Çocukluğunda yaşadığı anılara yelken açarak, Maxwell, anlatıcı pozisyonuna bürünmüş ve oradaki olayları ve insanları birer birer ele almış. İnsanlar arasındaki ilişkileri sarsıcı psikolojik  analizler ve birbirinden etkileyici tahlillerle kurmaca yoluyla okuyucuya sunması takdire şayan gerçekten de. Okudukça karakterlere olan bağlılığınız, suçlayacak birisini bulamamanın verdiği ızdırap sizi zorluyor çünkü bir noktada herkesin yaptıklarının bir sebebi olduğunu biliyorsunuz.


  Üst paragrafta bahsettiğim, genel anlamdaki övgüler aslında hislerimle tezat halinde. Çünkü ben bu kitabı sevemedim. Güzel bir kurmaca belki, ama yazarın anlatım tarzı bana hitap etmedi, okurken zorladı, olayların akışı yavan geldi ve çok büyük beklentilerle başlama gafletinde bulunduğumdan ötürü de kitap koskocaman bir hüsran oluşturdu. Belki siz beğenirsiniz, belki siz benim göremediğim şeyler görürsünüz. 
Çocukluğun Sonu (Childhood’s End)
Arhur C. Clarke
Sayfa Sayısı: 251
Çevirmen: Ekin Odabaş
İthaki Yayınları
4. Baskı, Nisan 2017, İstanbul

Okuduğum diğer bilim kurgulardan ağır bir anlatıma sahip olsa da, bu etkileyiciliğini hiçbir şekilde düşürmemiş, aksine farklı kılmış kitabı. Yazarın; insanın korkularını, evreni, geleceği baz alarak yaptığı birtakım sorgulamalar ve felsefi görüşlerle, bilimi aynı anda harmanlanması tadından yenmez bir eser çıkartmış ortaya.

  ABD ve Sovyetler arasında devam eden, diğer gezegenlere ilk kim gidecek yarışının sürdüğü zaman diliminde, Hükümdarlar olarak adlandırılan insandışı yaşam formları dünyaya ayak basarak, tüm kontrolü devralırlar ve uzun yıllardır her şeyi yönetme arzusunda olan insanlar büyük bir şok geçirirler. Beklenilen bir uzaylı istilası yerine, Hükümdarlar, açlığı, kıtlığı, savaşı, zalimliği ve suçu bitirerek ütopik bir yaşam koyarlar ortaya. Peki bu gerçekten bir ütopya mıdır?

  İnsanlar arasında yüzyıllardır süren rekabet, Hükümdarlar geldiğinde bitiyor ve bu noktada da Hükümdarlar, ebeveyn rolüne bürünüyorlar. İnsanlık, sanki asırlar birbirleriyle kavga eden, tartışan, ırkçı söylemler kullanan bir çocukmuş da, yetişkinler onları kontrol altına aldığında hizaya gelerek her şeye son vermiş, daha akıllı ve mantıklı kararlar verebilen bireyler olmuş gibi. Aslında, söylendiği kadar büyük bir zekaya sahip değil insanlık.


  Her şeyin mükemmelleşmesi bir ütopya mı açığa çıkarır, yoksa bir süre sonra distopyaya mı dönüşür bu durum? Ne kadar muntazam işler yaparsak yapalım –kitapta bahsedildiği gibi- herkesi tatmin etmek asla mümkün olmayacaktır. Okunması gereken kültleşmiş bir bilim kurgu eseri, tavsiye ederim. 

2 Haziran 2017 Cuma

Dune
Frank Herbert
Sayfa Sayısı: 712
Çevirmen: Dost Körpe
İthaki Yayınları
2. Baskı, Mart 2016, İstanbul

Muazzam bir kitap, okuduğum en iyi bilim kurgulardan, okuduğum en iyi kitaplardan bir tanesi. Hugo ve Nebula ödüllerini kazanmış, edebiyata farklı bir boyut kazandırmış ve uzun bir süre hafızamdan silinmeyecek bir şaheser, Dune.

  Kitapta beni en etkileyen kısımlardan bir tanesi, dört yüz metre boyundaki solucanlar ve onları ehlileştirme işlemi oldu, hayal gücüne tapıyorum bu adamın. Diğeri ise gezegenin kuraklığından ötürü, Fremen adı verilen yerlilerin kendi kabilelerinden biri öldüğünde, ölen kişinin bedenindeki suları çekmeleri ve içmek amacıyla kullanmaları oldu. Bunu okuduğum kısımlarda beynimin yavaş yavaş eridiğini hissettim.


  Kitap sadece kült bir bilim kurgu değil, felsefe, sosyoloji, siyaset vb. konularda ufuk açıcı, bilgilendirici ve ilham verici bir eser. Her bölümün başında yer olan aforizmalar ders verici nitelikte, “şuraya da iki özlü söz yazalım yaa” ile kesinlikle bir alakası yok. Oluşturulan Bene Gesserit topluluğuna ise hayran kaldım, kitapta geçen “Korku akıl katilidir,” duasına ise bayıldım. Yazar öyle bir evren yaratmış, öyle bir kültür işlemiş, öyle karakterler yaratıp öyle güzel bir dille kaleme almış ki bunları, eleştirecek bir nokta dahi bulamıyorum. Bittiğinde içime bir keder oturdu.

27 Mayıs 2017 Cumartesi

Kül Dağı’ndaki Kütüphane (Library at Mount Char)
Scott Hawkins
Sayfa Sayısı: 432
Çevirmen: M. Boran Evren
İthaki Yayınları
1. Baskı, Ocak 2017, İstanbul

Bir haftadır sınavlardan ötürü kitap okuyamamın verdiği acıyla dün başladım ve bugün de bitirdim. Enfesti, okuması çok keyifli ve altında barındırdığı mesajlar da çok anlamlıydı. Kurgusu orijinal, yazarın dili de çok akıcıydı.

  ‘Baba’ adı verilen gizemli bir kişi, on iki çocuğu Kütüphanesine alır (kaçırır?) ve her birini farklı alanlarda eğitmeye başlar. Kimi evrendeki tüm dillere hakim olmak için gecesini gündüzüne katmakta, kimi hayvanlarla konuşabilmekte, kimi de ölüleri diriltebilmektedir. Ancak bir gün Baba’nın ortadan kaybolmasıyla, işler değişir.

  Sıkılanlar olmuş, ben kitabın tek bir anında dahi sıkılmadım çünkü karakterlere bayıldım, Erwin, Stieve, Naga (kendisi dişi bir aslan) ve özellikle de Carolyn. Olayların tarif şekillerini ve diyalogları okurken kahkahalar attım, çoğu yerde de sırıtmadan edemedim. İncelikli, doğal ve naif işlenmiş her biri. Fantastik bir eser olmasına karşın büyücüler, periler vs. barındırılmadan da çok güzel, çok farklı işlerin çıkacağı gösterilmiş. Carolyn’le Stieve’in birlikte olmaması içime oturdu azıcık, kitap boyunca da beklemiştim halbuki, gözlerim yaşlı.

  Normalde bu kitap benim için eksilerde olabilirdi çünkü neredeyse olay 300 sayfa kadar bir süre boyunca olmuyor. Abuk sabuk, ancak daha sonra mana kazanacak birtakım şeyler yaşanıyor ve bunlar mizahi bir dille anlatılıyor. Ancak –yine- yazarın o güzelim dili, yarattığı o güzelim karakterler ve dünya devreye giriyor ve kitabın her sayfasını merakla okumam için beni dürtüyorlar.

  Ben çok sevdim.

  

20 Mayıs 2017 Cumartesi

İki Hayat Arasında (Between the Lives)
Jessica Shirvington
Sayfa Sayısı: 320
Çevirmen: Aslı Tümerken
Yabancı Yayınları
2.Baskı, Kasım 2015, İstanbul

O kadar çok övülmüştü ki, ben de dayanamayıp almıştım, yine kocaman bir hayal kırıklığı oldu bu kitap benim için.

  Sabine’nin iki farklı hayatı var, ilk yirmi dört saati Wellesley’de lüks bir hayata sahip olarak yaşıyor, gece yarısı kendisinin tabiriyle bir ‘Dönüşüm’ geçirerek aynı yirmi dört saati farklı bir hayatta geçiriyor, ikinci yaşamı daha problemli ve daha zor. Bundan dolayı da tek istediği şey sadece bir hayata sahip olabilmek. Daha sonra işlerin içine Ethan girince, her şey tepetaklak oluyor.

  Yazar, Ethan ve Sabine arasındaki etkileşimi çok sığ kurgulamış, onların birbirlerine duyduğu çekim çok çabuk gerçekleşiyor ve bir anda olay Türk filmlerine dönüyor. Ethan bir ara kötü çocuk modundayken, kısa süre sonra hassas ve duygusal genç moduna evrilerek ağır bir dramatizleştirilme seansı uygulanıyor. Komik.

  Yazar, Sabine’nin yaşadığı olaylara neredeyse hiç değinmiyor ve okuyucuyu birçok cevapsız soruyla baş başa bırakıyor. Neden iki hayat yaşıyor vs. gibi birçok soru havada kalmış, büyük bir tatminsizlik yaratmıştır. Son kısmı nedense herkese etkileyici gelmiş, fena bir son olduğunu düşünmüyorum ben de ancak vasatın ötesine geçemediği kesin, bir orijinallik barındırmıyor. Kitap aşk romanlarındaki tüm klişeliklerin bir araya toplaştırılarak yansıtılmış hali gibi, farklı bir kurguda sunulmaya çalışılmış bu, olmamış.

  Çok çabuk bitirmemin sebebi elbette yazarın dili. Bir sonraki sayfayı merak ede ede okuyor insan, çünkü yazar gerçekten etkileyici bir biçimde sözcükleri kullanmış, çevirinin de etkisi büyüktür. Kitapların, çerezlik vs. gibi kategorilere sokulmasını doğru bulmuyorum, bu etiketler yapıştırılarak kolaya kaçılmaya çalışılıyor ve beklentimde de herhangi bir değişiklik olmuyor. Sınavlar bitse de, daha kalın, daha umutlu olduğum kitaplara başlayabilsem. Sağlıcakla,

19 Mayıs 2017 Cuma

Hayali Gezginler Kulübü (Ulysses Moore #12) [Il Club dei Viaggiatori Immaginari]
Pierdomenico Baccalario
Sayfa Sayısı: 288
Çevirmen: Delal Aydın
Doğan Egmont
1. Baskı, 2012, İstanbul

DİKKAT. Bu yazı, kitap yorumundan başka her şeyi içerebilir!

Çocukluğumun biricik efsanesi. İlkokuldayken ülkemizde sadece ilk altı kitabı yayınlandığı için, onları büyük bir hevesle yalayıp yutmuştum. Hatırlıyorum, 2. veya 3. sınıftayım dedemle beraber gidiyoruz bir alışveriş merkezine, gözüm yılanlı bir kapağa takılıyor ve üzerinde de üç çocuk var. Okumayı öğreneli pek olmamış ama işte içimde tarifsiz bir heves var ve dedem, canım dedem, hemen alıyor. Böylelikle okuma hevesimi bana kazandırmış olan ve hayatım boyunca etkilerini en ufak şeyde olsa dahi görebileceğim bir dünyaya adım atıyorum. Eve gidince de içine imza atmasını istiyorum, hem imza atıyor, hem de şöyle yazıyor: “Dedesinden Miray’a hediye.” Huzur içinde uyusun.

   Ortaokuldayken son kitapları yayınlanmaya başlayınca da çıkar çıkmaz aldım ve hiç vakit kaybetmeden seriye tekrar başladım. Arkadaşımla beraber okurduk bu seriyi ve çılgınlar gibi Zaman Kapılarını, geçmişe gitmeyi, Salton Uçurumu’nu, Argo Villası’nı, Jason, Julia ve Rick’i tartışırdık. Oblivia Newton vardı, Manfred vardı, Nestor, Fred Ayaktauyur, Öğretmen Stella, Calypso, Leonard, Kara Valkon, Peter Dedalus ve daha niceleri. Son altı kitapta da olaylar farklı bir yere evrilerek yeni karakterler dahil oldu ama yine de seriye olan bağımda zerre bir aksaklık yaşanmadı. Çok sevmiştim, çok seviyorum ve çok seveceğim.

  Bloglara filan yorumlar atardım, hatta bir ara Argo Villası’nın gerçek olup olmadığıyla alakalı araştırmalarımı paylaşmış ve olumlu tepkiler almıştım. Sonra, İtalya’ya ve Kilmore Koyu’na gitmeyi çılgınlar gibi hayal ederdim. Ne günlerdi.

  Serinin son kitabını ise hiçbir zaman okumadım, diğerlerini defalarca kez tekrar ettim ama nedense elim son kitabına gitmedi. Belki bu karakterlere veda etmek istemedim, belki bu dünyanın biteceğini kabullenmek istemedim ama fazla duygusallığa gerek yok sanırım, insan büyüdüğünde daha realist olmaya başlıyor. Bugün başladım ve bugün de bitirdim. Dikkatimi çeken şey, karakterlerin pek çoğunun adlarının Yunan mitolojisine dayanması. Peter Dedalus mucit bir insan kitapta, mitolojiye göre de Daidalus, her işe eli yatkın bir insanla özdeşleşiyor. Calypso veya, sırrı yavaş yavaş sonda döküyor, mitolojiye göre de Kalypso gizemli tanrıça demek.

 Başlarda ve ortalarda tempo hiç düşmedi ve o tanıdıklık hissi biraz beni mutlu etti, sonunda ise karakterlerin sonraki yaşamları özetlenerek mutlu bir son yapıldı. Bir çocuk kitabı olduğunu bilmeme ve böyle biteceğini tahmin etmeme rağmen yine de hayal kırıklığına uğradım. Kitap bittiğinde milyonlarca soru cevapsız kaldı, bazı karakterlere de ne olduğunu bilemedim. Olaylar öylesine çabuk bitti ki, bir olayın var olup olmadığı bile meçhul, önceki kitaplarda böyle hissetmemiştim, tatmin olmuştum. Sonra, çok tozpembe bir şekilde son bulması ve Penelope’nin ortaya çıkışı vs. gibi durumlar da aşırı derecede yavan kalmış, bir yüz sayfa daha olsa, çok daha oturaklı bir biçimde final yapılabilirdi. Çok özensiz, yazılmak için yazılmış, bitse de gitsek edası sezilen bir bitiş olması azıcık üzdü beni.


  Belki de ben büyümüşümdür ama, belki bir beş sene önce okumuş olsaydım, bu kitap beni mutlu edebilirdi. Yine de teşekkürler, Pierdomenico.

18 Mayıs 2017 Perşembe

Sissoylu: Son İmparatorluk (Mistborn: The Final Empire)
Brandon Sanderson
Sayfa Sayısı: 528
Çevirmen: Can Sevinç
Akılçelen Kitaplar
2. Baskı, 2016, Ankara

9 aydır kitaplıkta bekletiyordum; kocaman bir ciltinin olmasının yanı sıra, sayfa sayısının fazla ve puntoların küçük olmasının da etkisi büyüktü. Okuduğum, açık ara, en iyi fantastik kitaplardan bir tanesiydi, muazzamdı. Kitabın üzerimde bıraktığı o devasa etkiden uzun bir süre boyunca kurtulamadım. Sınav haftası gelmiş olmasına rağmen de okuma süremi 5 günde tamamladım, öyle harikaydı işte.

  Yazarın yarattığı evrene bayıldım ve diğer yorumlardan okuduğum üzere ben okurken zerre bıkkınlık duymadım. Diğer kısımlarına göre ilk 100 sayfanın sıkıcılığı dile getirilmiş ama o sayfaları okumaktan çılgınlar gibi keyif aldım, kitabın diğer kısımlarından deliler gibi aldığım keyif gibi. Yazarın yazım tarzı bir kere enfes, konu enfes, konuyu işleyişi daha da enfes. Karakterleri o kadar sevdim ki, kendimle özdeşleştirmem ve hayallere dalmam kaçınılmaz oldu. Yazarın özellikle son kısımda yaptığı o ters köşeler, olayların içinde zekice çıkılması ve neredeyse her duyguyu barındıran, altında önemli mesajları barındıran alt metni ve kitabın söylemek istediği şeyler  harikaydı.

   *SPOİLER* Kitaplarda ve filmlerde tabu konusu olabilecek, ana karakterin ölmesi mevzusunun ise bu kitapta yer alması beni çok mutlu etti, şaşırttı. Dirilecek, başka türlü olmaz, seri biter ya vs. gibi düşüncelerin kafamda uçuşmasına rağmen yine de öyle olmadığını anladım. Harikulade.


  Sen harika bir adamsın Sanderson, Kelsier’e bayıldım. Teşekkürler, çok yakında ikinci kitapla görüşmek dileğiyle.  

12 Mayıs 2017 Cuma

Biz (Mıy)
Yevgeni Zamyatin
Sayfa Sayısı: 250
Çevirmen: Fatma Arıkan&Serdar Arıkan
İthaki Yayınları
5. Baskı, Aralık 2015, İstanbul

Ben kitabı her şeyiyle (yerden yere vurulan çevirisi dahil) beğendim. 1984, Fahrenheit 451, Cesur Yeni Dünya, Mülksüzler gibi pek çok kitaba esin kaynağı olmuş, anti-ütopyanın öncülerinden bir Rus klasiğidir.

  İnsanlara isimleri yerine sayılarla hitap ediliyor ve dış dünyadan yalıtılmış duvarlar arasında yaşıyorlar. Çiftleşmeleri bile devletin onlara uygun gördüğü saatlerde gerçekleşiyor. Tek Devlet adı altında varlıklarını sürdürmeye çalışan bu insanlardan birisi de D-503, İntegral adı verilen bir geminin (görevi, diğer gezegenlere de aynı sistemi yaymaktır) yapımında görev alan matematikçidir ve bulundukları sisteme körü körüne bağlı olmayı savunur, ancak kendisiyle tamamen zıt, bulundukları ortamı protesto eden bir kadınla tanıştıktan sonra her şey değişecektir. Bir insanın adım adım nasıl evrildiğini çok güzel gösterir kitap.

  Kitabın adı olan Biz ise bireyselliğin ortadan kalktığı, insanların tamamen birbirinin aynısı olduğu bir dünyanın simgesi olarak karşımıza sunuluyor. Günümüzde pek çok şeyle özdeşleştirilebilecek, gelecek yıllar boyunca güncelliğini koruyabilecek geniş bir dağarcığa sahip bir eserdi, ardından gelen distopyalarla ise ne kadar benzediğini rahatça görebiliyoruz. Barındırdığı felsefik cümleleri okudukça doyamadım, daha fazlasını arzuladım ve klasik Rus edebiyatının izlerini taşımasını da çok sevdim. Günlük şeklinde yazılmış olmasıyla bir nevi aklıma yeniden 1984 geldi, Cesur Yeni Dünya’yı okumadım ancak okuyanların direkt Aldous Huxley’nin, Zamyatin’in fikirlerini yürüttüğüne ilişkin iddiaları dikkatimi çekti. Diğer distopyaların pek çoğunun kökeninin Biz’e dayanmasına rağmen, diğerlerine nazaran az bilinmesi ise (en azından bizim ülkemizde) biraz ironik. Bu tarz kitapların bireyin bakış açısında yarattığı değişimleri seviyorum, insanları daha da şüpheci ve meraklı yapıyor. Okuyalım, okutturalım.

10 Mayıs 2017 Çarşamba

Hobbit (The Hobbit)
J.R.R. Tolkien
Sayfa Sayısı: 425
Çevirmen: Gamze Sarı
İthaki Yayınları
8. Baskı, Şubat 2015, İstanbul

Söyleyecek şeylerin çoktan söylenmiş olduğu, 16 yaşındaki bireylere dahi okumak için geç kaldığını düşündürten harika kitaplardan bir tanesi, Yüzüklerin Efendisi’ni de en kısa zamanda alıp okuyacağım.
 
  Tolkien’in başyapıtı olduğunu düşünmemekle beraber, birkaç pürüzü de burada belirtmek istiyorum. Ejderha ve beş ordunun savaşı kısımları çok aceleye gelmiş –ki filmi izlememiş bir okuyucu olarak belirtiyorum bunu. Elbette kitabı çocukları için yazdığı gerçeğini de kabullenerek objektif bir yorum sağlamak gerek, ama bir eleştiri ne kadar objektif olabilirse, ben de o kadar olabiliyorum. Bunun dışında da söyleyecek bir şey bulamıyorum. Yoktan bir evren yaratıyorsunuz, oraya yeni ırklar yerleştiriyorsunuz, hepsinin özelliklerini ayrı ayrı kurguluyorsunuz, fantastik edebiyata yeni bir boyut kazandırıyorsunuz ve aynı zamanda evren yaratmakla kalmayıp o evren için bir de yeni lisan üretiyorsunuz! Muazzam.

  Çeviri ise maalesef çok özensiz, yetersiz. Şarkıların çevrildiği kısımlar ilkokul düzeyine hitap eder modda, 8. baskı olmasına rağmen yazım hataları hala var. Yine de, çevirinin kötülüğü eserin mükemmeliğine zarar verememiş.

6 Mayıs 2017 Cumartesi


Harry Potter ve Sırlar Odası (Harry Potter and the Chamber of Secrets)
J.K. Rowling
Sayfa Sayısı: 314
Çevirmen: Sevin Okyay
Yapı Kredi Yayınları
37. Baskı, İstanbul, Ağustos 2016

İlk kitaptan (altı ay oldu okuyalı) vasat olmasına karşın fena değildi. Altı  ile on yaşlarım arasındayken CD’lerini defalarca kez seyretmiş ancak kitaplarını okumayı hiç düşünmemiştim, bu sene içerisinde seriyi tamamlamayı istediğimi de belirteyim.

  Sonlara doğru Seçmen Şapka ve Fawkes’ın gelişi biraz yavan kalmış, o kısım tam sunulamamış okuyucuya. Filmden ek olarak başka olayları okumak, başka karakterleri tanımak keyif verdi. Normalde kitapları her zaman filmlerinden daha çok severim ama Harry Potter serisinde filmlerle kitapların birbirini tamamladığını düşünüyorum. Belki de, serinin sadece ilk iki kitabını okumuş olmak bu yorumu yapmaya itiyordur beni, ileride fikrim değişebilir, sadece bir tahmin. Filmlerde ise en çok Ateş Kadehi’nde etkilenmiş ve en çok Melez Prens'i sevmiştim. Diğer kitapları okumayı sabırsızlıkla bekliyorum.


“Bize aslında kim olduğumuzu gösteren şey, yeteneklerimizden çok seçimlerimizdir, Harry.”    

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Saeculum
Ursula Poznanski
Sayfa Sayısı: 520
Çevirmen: Firuzan Gürbüz
Pegasus Yayınları
1. Baskı, Nisan 2013, İstanbul

Bastian; 20 yaşında, tıp fakültesinde okuyan ve derslerden başını kaldırmayan bir üniversite öğrencisidir. Sandra’yla tanıştıktan sonra aralarındaki etkileşime bağlı olarak Sandra onu arkadaşlarıyla gideceği bir etkinliğe davet eder, lanetli olarak atfedilen bir ormanda beş gün. Bastian buna başta pek yanaşmasa da, Sandra’yla baş başa geçirebileceği birkaç gün için teklifi kabul eder. Oraya vardıklarında ise işler bir süre sonra rayından sapacaktır.

  Madde madde son zamanlarda okuduğum en kötü kitap olmasının nedenini yazayım:

1. Karakterler. 20 yaşındaki koskocaman adam, yaşının getireceği olgunluğu zerre taşımıyor. Saçma sapan hareketlerde bulunuyor, ilkokul çocuklarının bile aklının ucundan geçmeyen şeyleri düşünüyor ve yaptığı hareketler de bir o kadar tutarsız, gereksiz, manasız. Olayları birbirine bağlamakta o kadar güçlü çekiyor ki, bir kısımda ‘yuh artık’ moduna girebiliyorsunuz. Hepsini geçtim, iticiler, topyekun. Robot gibi hareket ediyorlar, arkadaşları ormanda kayboluyor, herkes bakkala gitmiş gibi bir hava içinde. Kocaman ormanda eşyalar çalınıyor, bir yerler kazılıyor vs. kimsenin umrunda olmuyor. İnsandan başka her bir özellik katılmış, harika.

2. Kapaktaki gerilim yazısına aldanmayın. “Neye gülüyorsun? Duvardaki adalet yazısına” sözünü anımsattı biraz ama konudan sapmayalım. Yazar gerilimi hiç verememiş, epey de kötü verememiş ve okuyucunun kitaptan düşmesini sağlamış. Kitap boyunca zaten insanakıllı bir olay da olmuyor ki hadi bir kısmı görmezden gelelim. Zayıf kurgu, zayıf karakterler. Üzgünüm.

3. Kitabın sonu. Mantık hatalarıyla dolu bir kurguya ancak bu kadar gereksiz bir son cuk otururdu. Sonuna yaklaşırken aklımdan zilyon tane tahmin geçti. Yaşadıkları olaylar bu oyunun bir parçası olsaydı eğer, şahsi kanaatimce okuyucu daha tatmin olurdu, Bastian da bir güzel şok olur ve olaylar daha güzel bir yöne evrilebilirdi. Bu sadece bir öneri elbette, ya da daha basit bir final yapsaydı, “şaşırsın gençler” modundan çıksaydı eğer yazar, en azından mantık hatalarından kaçınmış olabilirdi. Böyle çok daha kötü bir konuma düşmüş.


  Belki siz okuduğunuzda benim görmediğim bir ışık görürsünüz, belki siz beğenirsiniz.

30 Nisan 2017 Pazar

Suç ve Ceza (Prestupleniye i Nakazaniye)
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Sayfa Sayısı: 687
Çevirmen: Mazlum Beyhan
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
18. Baskı, Mart 2016, İstanbul

4 günde bitirdiğim başyapıt, nisan ayının son kitabı. Dünya üzerinde yazılmış, gelmiş geçmiş en iyi, en sarsıcı eserlerden bir tanesi. Raskolnikov başarılı bir üniversite öğrencisidir ancak maddi yetersizliklerden ötürü hukuk öğrenimi bırakmak zorunda kalır. Paranın ne olduğunu bile bilmeyen insanlar bunun üzerinde ahkam keserken, Raskolnikov da tefeci ve bir tesadüf eseri orada olan tefecinin kız kardeşini baltayla keser. Kitap, Raskolnikov’un psikolojisi, reddedişi, itirafları, cezaevindeki durumu ve geniş anlamda bu karakterin ruhsal dünyası üzerine kurulmuş bir edebi harikalar diyarıdır. Bu cinayetler onun sonunu getirirken, aynı zamanda yeni bir başlangıç da yazacaktır.

  Karakterlerin bu kadar özenle işlenişini barındıran ve bir klasik olmasına rağmen sürükleyiciliğini koruyabilen, son sayfaya dek merak ettiren o güzelim kitaplardan bir tanesi. Raskolnikov’un sancılı süreci harika bir şekilde kaleme alınmış. Cinayet işlemeden önce kontrolü elinde tutabileceğini zannederken, bir anda her şey birbirine giriyor ve bu onun sonu oluyor. Halüsinasyonlar, kabuslar sarıyor etrafını, ölmeye bile mecali kalmıyor bir süre sonra. İşlediği cinayet de hiçbir zaman para için olmamıştır, kendisini ne kadar zorlayabileceğini, dünyaya yararının aksine zararı olan insanların süpürülmesini adil bularak öldürür, bir Napolyon olabilecektir zira. Belki çektiği sancılar tefeciyi öldürmekten değil de, masum bir insanı, kız kardeşi öldürmenin getirdiği ağırlıktır. Her birimiz biraz da olsa Raskolnikov’uz aslında.


  Beni en çok etkileyen sahnelerden bir tanesi ise Svidrigaylov ve Sonya’nın arasında geçen olay, ve Svidrigaylov’un intiharı oldu. İntihar etmeden önceki son sözü: “Söyle onlara, ben Amerika’ya gidiyorum,” olmuştur. Katerina Ivanova var sonra, ailesine, çocuklarına, üvey çocuğuna dahi düşkünlüğü ve asla onlardan vazgeçmemesi çok sarsıcıydı. Yazarın betimlemeleri ve suçlu psikolojisi üzerine yaptığı yorumlara ise diyecek söz yok. Okuyalım, okutturalım.

29 Nisan 2017 Cumartesi

Kürk Mantolu Madonna
Sabahattin Ali
Sayfa Sayısı: 160
Yapı Kredi Yayınları
85. Baskı, Mart 2017, İstanbul

Çok etkileyiciydi. Okumamak için direnip duruyordum çünkü herkesin elindeydi, tüm insanlar sanki bu kitabı okumak üzerine harekete geçmişti ve kahve+ kitap fotoğraflarının vazgeçilmezi konumundaydı. Bu da beni rahatsız ettiği için gördüğüm yerde süratle kaçıyordum. Okumakta geç kaldığım o leziz kitaplardan bir tanesiymiş meğerse, popüler olan (kitapları bu kalıba sokmak istemesem de, maalesef) ve nadir sevdiğim kitaplardan.

  Okuyan pek çok kişinin kendinden bir parça bulacağına inanıyorum. Ben bir sürü parça buldum, Sabahattin Ali ise tüm benliğini dökmüş kitaba. Yaratılan karakterler öylesine büyüleyiciydi ki, hem bu kitabı çekici kılıyor, hem de bir noktada da realiteden kopartıyor, buraya sonra değineceğim. Raif Efendi’nin edebiyata düşkünlüğü, sessizliği, sakinliği, kendisine yapılan haksızlıklara tepkisiz kalışı, insanlardan ve toplumdan uzak bir yaşam sürmesi ancak Maria Puder’e duyduğu, seneler geçmesine rağmen bitmeyen sevgisi hayranlık uyandırıcıydı. Maria Puder özgürlüğüne düşkün ve baskın bir karakterken, Raif Efendi’nin bu hassas yapısıyla beraber ruhları birbirini tamamlayacaktır.

  Olaylar o kadar etkileyici gelmedi bana, beni etkileyen şey karakterlerdi, bunların işlenişi, Sabahattin Ali’nin güzel cümleleri. Gereksiz tesadüfler hakimdi kitaba, bundan dolayı gerçeklikten bir kopuş yaşandı, bu da beni tatmin etmedi. Olabilecek durumlar, evet ama aşırı bir tesadüf havası, boşluk hissettim.

   Bu kadar içten, bu kadar samimi yazmasına ise diyecek bir şey bulamıyorum. Sonlara doğru gözlerim doldu (her ne kadar yukarıdaki paragraf tam tersini ima etse de) ve sarsıldım. Alıp kitabı bağrıma basasım geldi. İki insan arasındaki yoğun, aynı zamanda da dingin bu duygu seli başka türlü bu kadar güzel anlatılamaz, bu kadar can yakamazdı. Kendimle özdeşleştirmeyi başardığım nadir karakterlerden biriydi Raif Efendi, bir ayna görevi gördü  benim için.

  Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karmaşık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? (s.36-37)

  Bir kitabı okurken geçen iki saatin ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım. (s.86)

  Hayat beni kaybetmekle hiçbir şey ziyan etmeyecekti. Hiç kimsenin benden bir şey beklediği ve benim hiç kimseden bir şey beklediğim yoktu. (s.124)


  Bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. (s.128)