29 Kasım 2016 Salı

Sessizlik ve Gürültü (es-Samt ve’s-Sahab)
Nihad Siris
Sayfa Sayısı: 158
Çevirmen: Rahmi Er
Jaguar Kitap
1. Baskı, Nisan 2015, İstanbul
**
“Her zaman senin yeniden yazmaya başlamanı dileyeceğim.”
  “Böylesi koşullarda susmak bilgeliktir.” (s.89)

  Geçen sene matematik öğretmenim, bize sormuştu: “Devlet ile hükümet arasındaki fark nedir?” Tabi ki herkes sıkarak kendince cevaplar vermişti. Sonrasında sözü devralarak demişti ki: “Devleti başınız olarak düşünün, hükümet de şapkanız olsun. Şapkanızı fırlatıp atarak değiştirebilirsiniz, ancak başınızı kesip atamazsınız.”

  İsmi bilinmeyen bir Ortadoğu, Arap ülkesinde Lider’in iktidara gelişinin 20. yıl kutlamaları yapılıyor. Lider, bir darbe ile tüm ülkeye el koyarak, halk üzerinde sonsuz bir güç ilan etmiş, her şeyin kendi emrinde olmasını sağlamıştır. Ana karakterimiz, Fethi Şiyn ise hükümet karşıtı bir yazardır, Lider ve  hükümet hakkında yazdığı onlarla zıt düşen yazılar nedeniyle baskı altında tutularak yazmasına izin verilmemiştir, hükümet yanlısı yazılar yazmaya da yanaşmamaktadır. Kitap, yazarın, 20. yıl kutlamaları için sokağa çıktığı o bir günde başına gelenleri anlatmaktadır.

“Yani aydın kişi, tabiatı gereği hırçındır mı demek istiyorsun?” (s.147)

  Şöyle bir o ülkeyi betimleyelim, kafamızda canlandıralım. Basın özgürlüğü yok, İnsan Hakları Evrensel  Bildigresinde yer alan hiçbir maddeye sahip değiller, gönüllü bir kölelik hakim, insanlar tamamen sürüye bağlı bir koyun ve Lider, sonsuz mutlak güç sahibi, adeta bir Tanrı, yaratıcı, insanları donuna kadar takip edebilecek bir yetkiye sahip.

  Ona göre kitleler, Lider’e aşık olan bu dünyanın sadece küçük bir bölümüydü. Öte yanda ağaçlar, kuşlar, bultular ve Allah da Lider’e aşıktı. (s.18)

  Kitap ilerledikçe ülkedeki yönetim anlayışını daha iyi kavrayabiliyoruz. Lider, televizyonlarda devamlı gösterimde, müzik veya sanat denen bir şey kalmamış ortada, Lider’in sahne alacağı gün otobüs seferleri duruyor çünkü insanlar ya yürüyüşte olacak ya da televizyon başında, düşünmek en büyük suçlardan bir tanesi, ve en üzücüsü de, insanların kendi isteyerek bu hale gelmesi. İtaatkar bir halk olmadan, diktatör bir lider de olmaz. Kitapta sözü geçen Hannah Arendt’in dediği gibi, kitleler olmazsa lider de olmaz. Bu ikisi birbirini var eder ancak.

Zira müzik ne zevk almak için, ne ruhu ve nefsi arındırmak için, ne de düşünmek ve duyguları inceltmek içindi; tersine sadece ve sadece hamaset içindi. Lider “Müzik kitleleri teşvik edip coşturma rolü oynamalıdır,” diyordu, bu nedenle de eğlence müziği ve solo şarkılar geriledi, yerini askeri marş müziği aldı. (s.56)
  
  Sessizlik ve gürültü metaforları ise temelde yatan düşünceleri bize sunuyor. Ortama bitmek tükenmek bilmeyen bir gürültü kirliliği hakim. İnsanların kendi düşüncelerini, iç seslerini bile dinlemelerine izin verilmiyor. Hoparlörlerden devamlı Lider’in konuşmaları yankılanıyor, daha doğru düzgün dilini kullanamayan bir insanın sözcüklerinin bombardımanına tutuluyorsunuz. Sessizlik ise dünyadaki her şeyden, herkesten daha kıymetli bir unsur. Sadece bir dakikalığına dahi olsa o huzur ortamını hissetmek, her şeye bedel.

  Gürültüyü oluşturan bütün bu rahatsız edici sesleri unutmak için insanın kendi içine dönerek iç sesine kulak vermesi yeterli. (s.117)

  İnsanın kendisiyle diyaloğa girmesi hastalıklı bir durumdur, ama kişinin delirip aklını yitirmemesi için yararlı bir şeydir. (s.118)

Kainattaki en güzel şey; uzaktan gelen yumuşak şeyleri işitmemize imkan veren sükunettir. (s.131)

   Kitap, aslında distopik olarak adlandırılıyor ancak ben o kadar da kurgu olmadığı düşünceseydim, aktarılanlar bir nevi ileri görüşlülük örneği aslında. Çünkü kitapta bahsedilenler, birebir, günümüzle paralellik içerisinde, özellikle bizim ülkemizle. Kitabın yazarı, Nihad Siris, 2004 yılında Esed rejimi altındaki Suriye’de yayınladıktan sonra bunu, ülkeden sınır dışı edilmek zorunda kalınıyor, ülkesini terk ediyor. Düşünce özgürlüğü denen kavramın aslında ne kadar yozlaştırıldığına verilebilecek en çarpıcı örneklerden bir tanesi.

Bunun üzerine alaycı bir dille, “Ümmü Muhammed vatansever değil, çünkü yürüyüşlerde dışarıya çıkmıyorlar,” dedi.
  “Evet, yürüyüşlere katılmayanları böyle adlandırıyorlar.” (s.35)

  Kitapta sevdiğim bir diğer nokta ise belli bir kesime değil de, evrenselliğin baz alınarak, herkese hitap edilmesi edilmesi oldu. Çünkü bu olay, hemen hemen, geri kalmış ülkelerin hepsinde yaşanıyor, itaat, yozlaşma, kölelik. İçi boş propagandalar, dini, kültürü veya diğer her şeyi kullanarak halkı ele geçirme ve onları sömürme anlayışı, halk da zaten tüketilmeye baştan meyilli olduğu için pek zorlanılmasa gerek. Stockholm sendromu bir nevi, başka açıklaması yok.

Bizler kendi irademizle kul köle olmuş kimseleriz. Bunun kanıtı, az önce büyük meydanda, otel binasının önünde olup bitenlerdir: Orada Lider, insanlarla (kölelerle) öyle oynuyordu ki, onlara askeri üniformasını ve madalyalarını sarkıtıp bunlara dokunabilmeleri için onları çıldırtıyordu. Lider kitleleri, kendisi için canlarını verirken görmekten hoşlanıyordu. (s.78)

   Çoğu zaman diktatör bireyler düşünen, itaate karşı çıkan ancak bunu sanatsal yollarla yapan ve kendi fikirlerine sahip olan insanlardan korkuyorlar. Diğer insanları örgütleyecek kapasitedeler ve onları alt edebilirler, sayıları da pek fazla olmadığı için devletin yapmak istediği tek şey onları perişan etmek, ipe geçirmek, hapse attırmak, suikaste maruz bırakmak. Tanıdık epey.

Düşünmek lanetli bir eylemdir, suçtur, daha doğrusu Lider’e ihanettir. Sessiz ve sakin ortam, insanı düşünmeye sevk ettiğinden, kitleleri ikide bir bu gürültüsü yürüyüşlere çekmek, insanların beyinlerini yıkamak ve onları düşünme suçunu işlemekten korumak gerekir. (s.19)

  Kitapta en çok sevdiğim karakter ise Lema oldu. İster istemez bu kadına karşı bir sempati duyuyorsunuz çünkü hayatı istediği gibi yaşamaktan korkmayan, sevdiği adama sevgisini utanmadan, sakınmadan gösterebilen, güçlü bir kadın karakter. Toplum baskısı altında kimsenin onu ezmesine izin vermeden dimdik ayakta durabilmiş. Yeri geldiği zaman hüngür hüngür ağlıyor elbette ama hiçbir zaman itaat isteğiyle yanıp tutuşmuyor, bağımsızlığın kıymetini biliyor ve kendisini seviyor.

  Kendisini, hiçbir takıntısı olmadan sahiplenen ve sevdiğine o nasıl istiyorsa o şekilde sunabilen özgür bir kadın... (s.96)

Gözlerinin yaşardığını gördüm. Bana ne yapmam gerektiği söylemek yerine, ağlayarak “Lütfen söyler misin, ne yapacaksın,” diye sordu.
  Ona doğru doğrulup kucakladım onu. “İşte bunu yapacağım,” diye fısıldayarak gözlerini öpüp gözyaşlarını içmeye koyuldum. (s.157)


“Ama korkmuyorsun?”
“Niçin korkayım?”
“Korkman lazım.” (s.138)

25 Kasım 2016 Cuma

Yaban
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Sayfa Sayısı: 214
İletişim Yayınları
72. Baskı, İstanbul, 2015
**

  Ateşe atılmış bir adamın yüzüne akıtılan bir damla suyun değeri nedir? Bir gece yarısı, bir çölde yolunu şaşırıp kalmış bir adama, uzaktan görünen bir ışığın değeri nedir? Hasta döşeğinde müthiş sancılarla kıvrandığımız anda elimizi sıkan elin değeri nedir? Haksız yere darağacına giden masum indinde, son saate yetişen adalet hükmünün değeri nedir? (s.167)

  Okuduğum en etkileyici kitaplardan birisiydi. Öylesine muhteşem gözlemler yapmış, öylesine güzel anlatmış gibi bu ülkenin insanını, okudukça boğazım düğüm düğüm oldu, okulda bulunduğum süre içerisinde 160 sayfa okuyup eve gelince de hemen bitirdim. Kitap önce beni bir sarstı, sonra da fırlatıp attı, kendime gelmem için zaman tanımadı bile. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, kuşkusuz, edebiyatımızda kendine özel bir yer edinen, en değerli yazarlarımızdan bir tanesi.

  Yaban romanını bu ülke sınırları içerisinde yaşayan pek çok orta okul, lise öğrencisi bilir, ancak kendi isteğiyle okuyanların sayısı çok ama çok azdır. Liseye geçiş sınavlarında, deneme sınavlarında, okul yazılılarında sorulan vazgeçilmez alternatiflerden birisidir ve öğrenciler için artık klişeleşmiştir. Bu kadar abartılı olarak devamlı bahsedilmesi yüzünden insanları okumaktan soğutmuştur, buna eminim. Çünkü devamlı devamlı bir kitabı her yerde görmek, ister istemez sizi o kitaptan itiyor. Bundan dolayı da bu kitabın hak ettiğini konumda olmadığına inanıyorum, çünkü bir başyapıt.

  Kitabın ilk basımı 1932 yılında yapılmış ama o kadar yalın, açık bir Türkçe ile yazılmış ki, günümüzden 84 yıl önce basıldığını öğrenmek şaşırtıcı bir gerçek olabiliyor. Tertemiz ve pırıl pırıl kelimeler ve muazzam gözlemler. Kitabı okurken Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’e ve Cumhuriyetimizin aydın bireylerinden olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na milyonlarca kez daha hayranlık duymamak elde değil. 

  Eğer, kendi emeklerimize, kendi ideallerimize göre yaşamak imkanını bulamadıksa bari kendi ölümümüzle ölelim. Ne doğduğumuz yeri, ne sevdiğimiz kimseleri, ne yüzümüzü, ne kalbimizi seçebildik. Fakat ölümün her türlüsünü seçmek bizim elimizdedir. (s.133)

  Ahmet Cemal adındaki bir Türkiye Cumhuriyeti aydınının, anadoludaki bir köye gelip aslında hiç de bahsedildiği gibi masum olmayan bir halkla karşılaşmasını anlatılıyor. Kitaptaki Anadolu halkı öylesine cahil, öylesine umursamaz ki ana karakterimiz gibi biz de afallıyoruz. Bize devamlı anlatılan zeki, güçlü, vatanını seven, bin defa da olsa bin defa canını verebilecek bir ulus yerine, elli kilometre ötelerindeki düşman, köylerine ilerlerken yaptıkları tek şeyin sırıtmak ve umursamak olduğu bir insan kitlesi var. Tabi ki herkes savaşacak, herkes kendini feda edecek diye bir şart yok bundan dolayı da bu roman işte tarihe ışık tutuyor. Bize anlatılanların altında yatan saklı kalmış o kadar çok olay var ki. Ahmet Cemal onları örgütlemek istiyor ama yaptıkları tek şey sırıtmak, umursamamak.

  Sizi, kim kurtarabilir? Sizi gökten melekeler inse kurtaramaz. Çünkü, sizi evvela sizden, kendinizden kurtarmak lazımdır. (s.151)

  Umursamamanın da bir sınırı vardır değil mi? Bu kitapta ise yok. İnsan tiksiniyor ve ne yazık ki bu karakterlere tamamen kurgu demek de doğru değil, çünkü eminim ki bu insanlar kanlı canlı ve diri bir şekilde ayaktaydılar. Bir örnek olarak şunu verebilirim:

  Gene yüzlerine bakıyorum. Bu işleri, tuhaf bile bulmuyorlar. Sonra hislerine dokunmak istiyorum. Diyorum ki: “Bunların tecavüzünden ne karılarımızın ırzı, ne çocuklarımızın canı, ne din, ne iman, hiçbir şeyimiz kurtulmadı. Hepsine el uzatıyorlar.” Ve bunları izah eden vakalar anlatıyordum. Tam bu sırada bir de baktım ki, muhtar uyukluyor. Mehmet Ali elindeki çakı ile bir söğüt dalını yontuyor. Salih ağa, ta uzakta, yamaçta, otlayan davarlarını gözetliyor. (s.27)

  Kitapta entelektüel, zeki, okumuş, gezmiş, görmüş bir Türk aydını ile anadolu insanın çatışması var. İlk başlarda karakterimiz halkı küçümseyerek bakıyor, cahillikleri onu şaşırtıyor ve imalarından onları ufaladığını anlayabiliyoruz. Ama görüyoruz ki, gün geçtikçe o da o insanlara benzemeye başlıyor. Onlardan sonsuz bir iradeyle nefret ediyor ama onların içinde asimileşiyor sanki ve benliğini kaybetmeye yaklaşıyor. İşte bu kısımlarda üzülmemek de elde değil maalesef.

  Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk “entelektüel”i, Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. (s.36)

  Yalnızlaştığını, karamsarlığını anlattığı sahnelerde ise kalakaldım. Öyle güzel cümlelerle tanımlıyor ki bu acıyı, insanın etrafında bir sürü kişi olmasına rağmen o aidiyetsizlik hissini, iliklerimize kadar yaşayabiliyoruz, betimleme öyle bir boyutta işte.

  Her memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi arasında, aynı derin uçurum var mıdır? Bilmiyorum! Fakat okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark, bir Londralı İngilizce bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür. (s.36)

  Kitabı moraliniz iyiyken okuduğunuzda gerçekten beter bir ruh hali içine girmeniz kaçılmaz olacaktır. Gerçeklerle yüzleşmek uzun bir süre sizi afallatabilir. Sayfa 71’de der ki Yakup Kadri: “İnsan hayvanların en iğrenç olanıdır.”

  Misal, kitapta Süleyman diye bir karakter var, bir de karısı Cennet. Daha öncesinde bu kadına isteği dışında, küçükken dokunulduğu haberi ortaya çıkınca kızı canından bezdirmişler, linç etmek için fırsat kollamışlar. Bir gün kızı bir adamla, bir duvarın köşesinde yalnız yakalayınca da taşlarla, sopalarla dövmüşler. Meğer, adam sadece bir şey sormak için durmuş!

  Utanç, bir yarasa gibi yüze yapışır ve alnımızın ortasından kanımızı emmeye başlar. Vücut o kadar zaafa düşer ki, adeta bir posa halini alır. Pespaye ve sefil bir şey olur. Onun için utanmak, kendi kendinden nefret etmenin eşiğidir. (s.106)

  Anadolu insanı temizdir. Anadolu insanı zekidir. Anadolu insanı vatanseverdir. Böyle bir şey yok, varsa da hepsi için geçerli değil. Günümüzde köylerde yaşanan ağalık sistemi, aşiret denilen iğrenç yapılaşma ve teröre şahit oluyoruz. O zamanlarda insan olmaktan bihaber olan bu canlıların günümüzde hala var olmasının vahameti, Ahmet Cemal’in intiharı düşünecek duruma gelmesini sağlayan insanların 21. yüzyılda dahi etrafımızda olması. İnsan değiller.

  Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak... Haydi bunların hepsini yapayım. Fakat, onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim? (s.68)

  Kitaptan zaten başlı başına bir hazine okuyor. Dostoyevski, Don Kişot, Schopenhauer, Lloyd George, Poincare gibi birçok ünlü karaktere rastlamak mümkün. Zaten görüyoruz ki Yakup Kadri Karaosmanoğlu büyük bir Atatürk hayranı, ona saygı duymamız bir kenara sevmemek elde değil bir de bu yazarı! Çok okumuş, çok görmüş. Şakır şakır bir birikim akıyor kitaptan, her Türk gencinin okumasını düşünüyorum bundan dolayı da, çünkü savaşı, acıyı, bu ülkenin nasıl zorluklarla kurtarıldığını öyle güzel anlatmış ki, etkilenmemek elde değil.

-Ha ha, öyle ise siz mükemmel bir Kemalistsiniz.
-Bir Kemalist mi? Evet. Fakat, Çanakkale’de harp ettiğim için değil, sade bir namuslu Türk olduğum için. (s.184)

  Bir de müthiş gözlemler demiştim ya, bir örnek vereyim: Lakin eğitimde dayağın hiçbir rol oynamadığı belki, daima olumsuz bir etkisi olduğunu, bana, bu vaka kadar kesinlikle ispat eden bir şey yoktur. İsmail, dayaktan sonra bir kat daha ahlaksızlaştı. (s.93)

  Öz eleştiriler de var kitapta. Bazı şeyler de sorgulanıyor. Bu insanlar neden böyle? Bu insanları böyle olmaya iten ne? Vatanseverlikten neden uzaklar? Ölmekten korkuyorlar ama neden bir çaba göstermiyorlar, hiçbir şey yapmıyorlar?

 Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. (s.111)

  Ve üzücü bir gerçeklik, günümüzde ise klonlanmış gibi her yerdeler ve bir sürüler. Din altında boğulmuşlar, kişiliklerini kaybetmişler. Kendi akrabalarımdan biliyorum çünkü, şeriat isteyenler dahi var. İnsanlıktan çıkmış durumdalar ve o kadar ikiyüzlüler, iğrençler ve tiksinçler ki, nefes almalarının israf olduğunu düşünüyorum. Misal:

-İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?
-Biz Türk değiliz ki, beyim.
-Ya nesiniz?
-Biz İslamız, elhamdülillah... O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar. (s.153)

  Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa!
  Adın yazılacak mücevher taşa.

24 Kasım 2016 Perşembe


Swastika Geceleri (Swastika Night)
Katharine Burdekin
Sayfa Sayısı: 232
Çevirmen: Mehtap Gün Ayral
Encore Yayınları
5. Baskı, Ağustos, 2016
**

Yetiştirildiğin çizginin dışındaki her şey sana hayali gelir. (s.125)

  Geçenlerde test kitabı almak için dışarıya çıkmıştım, kendimi kitapçılara girmekten alıkoyamadım bu sırada. Normalde D&R tarzı mağazalardan kitap almayı pek sevmem, kapitalist yaklaşım içine giriyor gibi hissediyorum çünkü. Neyse, sonunda kendimi kaybettim ve Swastika Geceleri’ni alıverdim. Uzun zamandır almak istediğim, merak ettiğim bir kitap değildi. Sadece birkaç kez görmüştüm, o gün de içimden al, bunu almalısın tarzı bir güdü geçti ve ben buna karşı koymadım, cennetime bir tohum daha ekmiş oldum. Pişman değilim.

Tehlike olmazsa cesur adamlar da olmaz. (s.69)

 Efendimiz, düşünce özgürlüğünün olmadığı yerde onur da yoktur. (s.67)

  Kitapla ilgili olumlu ve olumsuz eleştirilerim olacak ama öncesinde konudan bahsedeyim. Kitap 1937 yılında yazılmış, o günden sonrasının 700 yıl ertesini hayal edelim. Adolf Hitler, iktidarı ele geçirmiş, pek çok toprağı kutsal Alman milliyetçiliği uğruna ülkesine katmış, öldükten sonra da insanlar tarafından Tanrı ilan edilmiş. Putlaştırılmış. Dünya, ikiye bölünmüş, bir kısmı Japonların, diğer kısmı ise Almanların. İnsanlar ise bu iki devlet arasında asimile oluvermiş ve hiçliğe mahkum edilmiş.

  Bunlara, kitaptaki Hitler toplumunun iki temel kurumu karşılık gelir: Erkeğin tecavüz etme hakkı ve Erkek-Çocuğun on sekiz aylıkken annesinden Alınması’nı, böylece erkekler tarafından ve erkekler arasında büyütülebilmesini emreden kanun. (s.8, Önsözden)

  Hitlerkent adı verilen bu devlette, Alman, Nazi bireyler onurlu, diğer milletlerden üstün, herkesten ve her şeyden öteler, kutsallar. Kendi içlerinde de sınıflara ayrılıyorlar ve en üstün tabi ki, Adolf. Tanrı. Yaratıcı.

“Erkek olma şansları yok ki. Sistem yüzünden. Bana bak Hermann, nedir erkek? Onur, cesaret, saldırganlık, barbarlık, acımasızlık mı diyeceksin? Ama tüm bunlar kızgın bir erkek hayvanın özellikleridir. Bir erkekte bunlardan daha fazlası olmalı, değil mi?” (s.45)

 Bir de kadınlar var. Kadınlara köle sıfatı bile yakıştırılamayacak, üzgünüm. O kadar beter bir haldeler ki, insanlıktan uzaklaştırılarak hayvan seviyesinde görülüyorlar. Dövülüyorlar, tecavüze uğruyorlar, aşağılanıyorlar ve tek görevleri çocuk doğurmak, erkek olmasına özen gösterilerek. Damızlaştırılmışlar ve her şey cehennem onlar için. Kafeslerde yaşıyorlar ve tamamen iradesizleşmişler. Var olmak veya yok olmak gibi kavramlardan uzaklar, psikolojik baskı öyle bir boyutta ki bu nesillerce aktarılarak artık genlere işlemiş. Korkuyor insan.

  Çıplak bir kadındı yatan, genç biri olması muhtemeldi ama yüzü paramparça edildiği için emin olamadı. Gözleri oyulmuş, burun delikleri kesilmişti. Saçları yolunmuş, kan içindeki kafa derisinden başka bir şey kalmamıştı. Çakıyla açılmış gibi görünen sayısız yarık ve kesik vardı bedeninde. Göğüs uçları kesilmişti. (s.109)

  Kadınlar daima erkeklerin istedikleri gibi olacaklardı: iradesi olmayan, karakteri ve ruhu olmayan, sadece yansıması olan canlılar. Bu yüzden, oldukları ya da olabilecekleri şey onların suçlu ya da erdemi değildi. Erkekler onların güzel olmalarını isterlerse güzel olacaklardı. Erkekler onların irade  ve karakter sahibi gibi görünmelerini isterlerse, böyle bir görünüm sergileyeceklerdi ama bu sadece rol icabı olacaktı. (s.93)

  Konuya baktığımda hayranlık uyandırıcı gelmişti, muhteşem bir ilahı kitap bir nevi. Feminist distopya çünkü, adından bile cesaret almamak elde değildi. Zaten bu kitap da dahil, feminist distopya denince aklıma 3 kitap geliyor. Biri bu haftasonu bulabilmek için Kadıköy’ü talan edeceğim, Margaret Atwood’dan Damızlık Kızın Öyküsü kitabı öteki de geçen yıllarda okumuş olduğum, feminist-distopya olarak adlandırılıp adlandırılamayacağına dair emin olamadığım Hillary Jordan’ın Uyandığında kitabı.

“Kadın cinsi insan değil, indirgenmiş insandır.” (s.13)

  Kitaba ne yazık ki pek ısınamadım. Kötü demiyorum, asla da demem böyle bir kitap için, ve bundan dolayı kibar bir tanımla, duygularım incindi diyelim. Feminizm özel olarak ilgi alanlarımdan birisidir ve burada yeterince iyi işlenememiş olduğu kanısındayım. Önsözü okurken daha farklı şeyler beklemiştim, içimde hafifçe bir hayal kırıklığı yaşanmadı değil.

  Örneğin Maria Antoniette Macciocchi, faşist ideolojideki kadın cinselliğiyle ilgili bir makalede, ataerkil düzenden bahsetmeksizin faşizmden bahsedilmeyeceğini iddia eder. (Önsözden, s.15)

  Kitapla ilgili ufacık eleştirilerim olacak. Feminist distopya, evet, erkeklerin egemen olduğu bir dünya, tamam, ama kadınların gözünden zerre bir şey aktarılmamış ki! Onların hisleri, duyguları küçümsenmiş gibi hissettim, kitapta yardımcı karakter olabilecekleri bir konum bile yok. Biliyorum, düşünme kabiliyetleri yok, perişanlar, robotlardan da bir farkları yok. Ama en azından kitabın başında geçen Marta karakterine biraz daha önem gösterilseydi, okuyucu bir şeyleri rahatlıkla kavrayabilecek durumda olurdu, hissedebilirdi. Kadınların çektiği ızdırap zaten ağlamalarından belli oluyor. Canları yanabiliyorsa ufacık da olsa bir şeylere kafa yormuşlardır. Bu açıdan biraz eksiklik hissettim kitapta.

  Ütopyalar, din karşıtı olmalı çünkü (bence) din insanları sınırlandırıyor. Din, insanları kısıtlıyor, onları hapsediyor, itaate zorluyor, sınırsız bir iradesizlik istiyor onlardan. Burada da Hıristiyanlığa aşırı bir övgü var, öyle sezdim biraz. Faşizm korkunç bir şey ama bu demek değil ki, din sizi kurtarsın. Yani kitap diyor ki aslında, Hıristiyanlık bozuldu, bozulmadan önce tüm insalığın kurtarıcısıydı ve şimdi insanları bu yeni modern dünya düzeninden kurtaracak şey de yine o. Kitabın sonunda sanki bir Hıristiyanlık propagandası verme havasına bürünülmüş gibi hissettim.

   Savaş ihtimalini ortadan kaldıracak şey dinin ortadan kalkmasıdır. (s.160)

  Kitap, 1937 yılında, daha 2. Dünya Savaşı olmadan ve Adolf Hitler bu kadar üstün bir konuma gelmeden önce yazılmış. Tamamen Yahudi Soykırımı’na hakim değilim ancak sanırım kitapta tahmin edinilen diğer bir unsur da bu holokostmuş. Ürkütüyor değil mi? Öylesine büyük bir ileri görüşlülük ki bu, alkışlar sana Katharine Burdekin.

  Türkiye’ye de ayrıca ne kadar da benziyor ama, değil mi? Milyonlarca insan, koyunlaşmışlar, aynı Hayvan Çiftliği kitabındaki gibi, tek tip insan modeli, köleleştirme amaçlı bir sistem ve faşizmin o iğrenç detayları. İnsanlara enjekte edilen ve beyinlerini yapışkan bir sıvıya döndüren o propagandalar. Tek kaynaktan okuma ve o kaynağa körü körüne bağlanma. Araştırma yok, sorgulama yok, o ne derse doğrudur.

Ve inanmayanların tümünü öldüremezsiniz; insanların üstünü ya da evini arayabilirsiniz belki ama zihinlerini arayamazsınız. (s.43)

20 Kasım 2016 Pazar

Şiir Atlası
Cevat Çapan
Sayfa Sayısı: 283
Mitos Yayınları
Temmuz, 1994
**
  Bir şeyi görüp de ona karşı büyük bir sevgi
duyduğunuzda kendi kendinize söylersiniz:

  Duvardaki lambayı yakarken boyum uzadı
  Mezara mum dikerken boyum kısaldı (s.14- eleni vakalo)

 Tüyap gelmiş olmasına rağmen gidemedim ve yaklaşık 15 gündür adam akıllı bir şeyler okuyamadım. Luke Harding’in Snowden Dosyası’na başlamıştım, gayet iyi gidiyordu ancak bir süre sonra elime hiç almayınca aramızdaki bağ ikiye ayrıldı, çok üzgünüm. Bu hafta 9 tane sınava girdim ve gelecek çarşambaya kadar üç sınavım daha var, bunun için daha çok ama çok üzgünüm.

  Şiir Atlası’ndan bahsetmek istiyorum daha fazla oyalanmadan. Elime ilk olarak bunu aldım çünkü rahatlatıcı bir şeyler okumaya ihtiyacım vardı, hem de gelecek haftaki Dil ve Anlatım dersine kadar bir şiir kitabı okuyacak, oradan da en beğendiğimiz şiiri sınıfta paylaşacaktık. Ben de şöyle bir kitaplığa göz gezdirdim ne varmış, ne yokmuş diye, ve sonrasında Şiir Atlası’nı fark ettim.

Şimdi seyrederken ölümünü
kelimelerin, anlıyorum sonu yok
çürümenin. (s.80-Zbigniew Herbert)

  Bir akrabamız vardı, daha doğrusu varmış çünkü ben tanıma şerefine erişemedim maalesef. Avukatmış, annem anlatırdı, evi boydan boya kitap doluymuş, deli gibi okurmuş, gerçekten de “deli” derlermiş adama. Çok ilginç birisi değildi, dedi annem az önce, sıradan birisiydi. Sıradanlıkla kast etmek istediklerimiz birbirinden dağlar kadar farklı ama önemli olan bence, ayrıntıları yakalayabilmek.

Kim suçlayabilir beni birden
Ölümü düşünürsem? (s.54-Raymond Carter)

  Dört beş ay önce kalp krizinden öldüğünde, ölümü de epey trajikmiş. Tek elinde sigarayla yere düşmüş ve bir anda hareket etmeyi kesmiş. Burada ailenin acısı da var elbette ama sanırım vasiyeti olarak önceden, kitaplarının çoğunun verilmesini istemiş. Eşi olan hanımefendi de (asıl bizim akrabamız o aslında, annemin kuzeni) çoğunu vermiş, annem ziyarete gittiğinde, anneme de yaklaşık bir on tane kitap vermiş ve kitapların geri kalanı da çöpe gitmiş. Çöp lafını duyduğumda kalbim parçalandı, ama bu acıdan kurtulmak istediğini, evde ona ait hiçbir eşyanın kalmamasını ve bundan dolayı da bir anda kurtulduğunu anlıyorum, hem de çok iyi anlıyorum. Eşyaları bile değiştirmiş çünkü.

  Neyse, Şiir Atlası da beyefendinin en sevdiği şiir kitaplarından birisiymiş, hatta belki de en sevdiği. Elime aldığımda kısa bir titreme yaşadım, kutsal bir kitap gibi geldi bana. Sizden önce başkası dokunmuş, başkası bu dizeleri okumuş ve o başkası da bir zamanlar nefes alıyormuş. Hatta o başkasının da en sevdiği şiir kitaplarından birisiymiş, ikinci sarsılma anı.

Yolculuktayken,
yolculuğa çıkmayı
düşündüğümde,
yolculuk da yanımda yolculuk
ediyor,
onun için hiçbir yere varamıyorum. (s.28-Henrik Nordbrandt)

  Cevat Çapan, kitaptaki bazı şiirlerin çevirmeni ve editör olarak adlandırılabilir.  Kitapta dünya edebiyatındaki yazarların, bölüm bölüm, 5-10 adet şiirleri bulunuyor, dergilerden gazetelerden alınmış, çeşitli çevirmenler tarafından dilimize kazandırılmış. Hepsi birbirinden leziz, hepsi birbirinden farklı. Öncesinde Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmış bu şiirler ancak daha sonrasında okuyuculardan daha kalıcı bir eser olması yönünde talep gelince, şiirleri toplayıp kitaplaştırmışlar. Kitapta otuza yakın şair var ben bunlardan sadece Pablo Neruda, Günter Grass, Paul Celan (Aslı Erdoğan’ın Kırmızı Pelerinli Kent kitabında geçiyordu.) ve Ingeborg Bachmann’ı tanıyordum, harika bir kültürel birikim kattı zihnime.

  Hepsini gerçekten çok sevdim ancak en hoşuma giden şairler olarak, Yves Bonnefoy, Carlos Drummond de Andrade, Sun Axelsson, Rocco Scotellaro, Raymond Carter, Friedrich Hölderlin’i gösterebilirim. Tamamen en çok şunu sevdim diyemem çünkü kitapta benim tarzıma yakın olan pek fazla şiir yoktu. Şiir açısından daha karamsar, depresif olanlar ve ölüm üzerine yazılmış olanlar ilgimi çekiyor çünkü o zaman içimde bir yerlerimin titrediği hissedebiliyorum. Çünkü o zaman yaşamanın ve bir hiç olmanın arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları kavrayabiliyorum, bir şeyleri daha da iyi anlamlandırabiliyorum.

Bir gün gelir ölüm de işe yaramaz.
Bir gün gelir bir komut olur yaşamak.
Yalnızca yaşamak, hiç kaçış olmadan. (s.127-de Andre)

  Kitapta genel olarak mutluluk, doğa, yaşam temaları işlenmiş şiirler var, her şiiri hissederek okumama karşın tamamen o karamsarlığı ve canlılığı verecek bir bütünle karşılaşmadım. Yukarıdaki şiir dizesi örneğin, Carlos Drummond de Andrade tarafından yazılmış. Birkaç defa okudum çünkü vermek istediği mesajı algılayabilmek ve tamamen kavrayabilmek, hislerinizi harekete geçirmek zordu. İçim titredi okurken, yaşamak önemli bazı şeyleri. Ama şiirin tamamına baktığımda işte, bu dizelerdeki doğallığı yakalayamadım. Araya sıkıştırılmış ince bir ayrıntıydı bu mesela.

  Genel olarak şiirleri sevdim, dünya edebiyatından, farklı ülkelerden ve yazarlardan, hepsinden bambaşka tatlar alarak damağımı zenginleştirdim. Bu kitabı –başta belirttiğim gibi- benim için özel kılan şey ise bir zamanlar nefes alabilen, kalbi atabilen ve benim için ilginç sayılabilecek birisinden sonra okuma fırsatı bulmamdı.

  Işıklar içinde uyusun.

8 Kasım 2016 Salı


Toplumun McDonaldlaştırılması (The McDonaldization of Society)
George Ritzer
Çeviren: Şen Süer Kaya
Sayfa Sayısı: 336
Ayrıntı Yayınları
3. Basım, 2014
**
  Bazı kitapların öyle adları vardır ki daha okumadan içeriğini ve sizi aydınlatma gücünü kavrayabilirsiniz. Kelimeler size milyonlarca çağrışım yapar ve hangi kapıyı açarsanız farkındalıklarla ve yepyeni bilgilerle dolup taşarsınız.

  İki üç sene oldu ismini duyalı, alalı da beş altı ay olsa gerek ancak okuma şerefine yeni erişebildim.  Daha önce neden okumadım diye azıcık hayıflandım ancak biliyorum ki, kavrama yetilerim ve algım şu an daha açık, daha rahat anlamlandırabiliyor ve kapabiliyorum bazı şeyleri.

  Kitap, bir inceleme ve sosyoloji alanında hazırlanmış. Sosyoloji, toplum bilim demek bulmacalarda çıktığı üzere, biraz daha açık olarak ise toplumu inceleyen bilim dalı manasına gelir. Aslına bakılırsa çok ilginç bir alan olduğunun kanısıydım, fakat ülkemizde pek değer görmüyor, değersizleştiriliyor, önem verilmiyor ve sanırsam iş olanakları da epey kısıtlı, sorgulamaktan neden uzak bir toplum olduğumuzun da cevabı.
 
  Yazar, McDonaldlaştırılmış bir toplumu gözlerimizin önüne seriyor. Bu toplum ne kurgu, ne de ütopik, bu biziz ve elde edilen sonuçlar maalesef hem çok üzücü, hem de korkutucu. McDonaldlaştırılmış toplum dört temel unsura dayandırılıyor: Verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik ve denetim.

  Verimlilik: İhtiyaç duyulan, istenilen ürünleri daha az çabayla, daha çabuk elde edebilen tüketiciler için yapılan bir sistem, onlar için büyük bir avantaj. Aynı zamanda patronlar, yani iş verenler için de öyle ancak burada mağdur olan kesim işçiler, çünkü çalıştıkları ortam koşulları vs. insanlıktan çıkartacak derecede kötü.

  Bazı doktorların muayenehanelerinde hastalar artık kendi kendilerini tartmak ve ateşlerini ölçmek zorunda. Hükümetin nüfus memurunun soru sorması yerine  insanlar genellikle postadan bir anket formu alarak kendi başlarına dolduruyorlar.  Bugünlerde birçok işyerini ararken karşınıza insan çıkmıyor, istedikleri bağlanmadan önce kafa karıştırıcı derecede rakam ve koda basılmasını söyleyen bir bilgisayardan talimatlar alıyorsunuz. (s.93)

 Hesaplanabilirlik: Niceliğin, niteliğin yerini alması durumu. Örneğin hamburgerin kalitesinden daha çok sayısına (içindeki köfte miktarı vs.) önem verilmesi, veya eğitim-öğretime dökersek bunu:  

  Birçok ders standart sayıda hafta ya da her hafta belirli sayıda saat olarak verilir. Belirli bir dersin belirli bir hafta ya da saat sayısında en iyi öğretilip öğretilmeyeceğine pek dikkat edilmez. Bir öğrencinin belirli bir dersi ayrılan zaman içinde gerçekten öğrenip öğrenmeyeceğine daha az önem verilir. (s.116)

Öngörülebilirlik: Böyle bir toplumda insanlar sürprizlere katlanamazlar, uzaklaşmaya çalışırlar. Bir ortamda veya herhangi bir yerde neyle karşılaşacaklarını bilmeyi tercih ederler, çünkü zamanla evrimleri robotlaşmaya doğru gitmiştir. İnsanların yavaş yavaş ama sonunda bir darbe yapabilecek biçimde McDonadlaştırıldığının üçüncü boyutudur.

Denetim: İnsanın yerine insansız teknolojilerin, aletlerin geçmesi ve bunun sonucunda artan denetimsel etkenler. Zaten kitapta da denildiği gibi: “Bir kez insanlar makine gibi davranmaya başladılar mı, yerlerine robot gibi gerçek makineler koyulabilir.” İnsanların ibadetlerini gerçekleştirmek için bir vaizle sohbet etmesi değil de, televizyonlardan programları izlemesi, yüz yüze konuşmayı değil de bilgisayarlardan veya telefonlardan iletişim kurmayı tercih etmesi vs vs. Bu örnekler çoğaltılabilir.

  Bilmemiz gereken şu ki, yediğimiz onlarca yiyecekte alırken zannettiğimiz malzemeler yok, milyonlarca aşamalardan geçiriliyor ve içlerine katkı maddeleri ekleniyor. Ancak insanoğlu kandırılmaya, dolandırılmaya o kadar muhtaç ki apaçık şeyleri görmezden gelerek McDonaldlaştırılmaya katkı sağlıyor.

  Fast Food mekanları aynı zamanda çalışanlara insan dışı ortamlar sağlıyor, üzücü fakat gerçek. Hatta çeşitli markaların söylemleri de “bu işi bir geri zekalının bile yapabileceği,” fikrine dayalı, yetenek ve beceri kullanımı ise zaten yok. Burger King’in 17 no’lu kuralına göre devamlı ama devamlı gülümsemek zorundalar. Sadece işçiye karşı değil aynı zamanda müşteriye karşı da bir insanlıktan çıkarım söz konusu, slogan belli: Ye ve git. Döngüsel bir sömürü yani.

  Kitabın sonunda yazar bu sorgulamayan, pis ve McDonaldlaştırılmış toplumdan kurtulabilmek isteyen, sorgulayan, düşünebilen ve farkındalığı gelişmiş bireyler için bazı maddeler ekliyor. Yapay ürünleri tercih etmemek, kasadaki bireylerle iletişim kurmaya çalışmak (insan olduğumuzu fark etmemiz için), apartmanlarda veya sitelerde oturmaktan kaçınmak, Starbucks veya büyük mağaza zincirleri yerine bölgemizdeki küçük ama samimi bir yere gitmekten bahsediyor. Hak vermemek elde değil ve bir de, büyük kitapçılar gibi alanları tercih etmek, alış veriş merkezlerinde elektrikle dolmak yerine sahafları tercih etmenin daha makul olacağını unutmamalıyız.

  Çağımız ilerledikçe, insanlar yalnızlaşıyor, pesimist duygular ön plana çıkıyor. Nasıl ölmek istediğimiz sorulunca genelde sevdiklerimiz yanımızda ve elimizi tutarken, acısız bir ölüm gerçekleştirmek istediğimizi söyleriz fakat iş realiteye taşındığında, acı çekerken ve yalnız bir şekilde öldüğümüz canlanır kafamızda. Çünkü günümüzdeki modern dünya ve modern insan olmanın şartları bunları gerektiriyor. 

3 Kasım 2016 Perşembe

Felsefenin Kısa Tarihi (A Little History of Philosophy)
Nigel Warburton
Çevirmen: Güçlü Ateşoğlu
Sayfa Sayısı: 360
Alfa Yayınları
9. Basım, İstanbul, Şubat 2016
**

  Bir keresinde, “söylediklerinizden tiksiniyorum, fakat bunları ifade edebilme hakkınızı ölümüne savunurum,” dediği rivayet edilir. (s.145, Voltaire)

  Felsefe oldum olası ilgimi çekmiştir. Sanırım ilkokulun sonlarındayken –5-6 sene önce yani- apartmanımızdan bir lise öğrencisi ile konuşuyordum. Felsefe ödevi vardı, 2 tane soru hakkında çalışıyordu, ve bana uzun zaman boyunca etkisinden çıkamadığım o cümleleri söyledi.

  İlk soru: “Doğru mu gerçektir, gerçek mi doğrudur?” olmuştu, durakladığımı ve kaşlarımı çattığımı anımsar gibiyim, çok farklı ve üstün bir şey gibi gelmişti, aynı zamanda da epey şaşırtıcı bir şeydi benim için, çünkü ilk defa, gerçek anlamda bir konu hakkında düşünmüştüm. Her gerçek doğru mudur? Burada gerçeklikten kasıt nedir? Her doğru gerçek midir? Peki ya burada anlatılmak istenen nedir? vs. vs.

  İkincisi ise “Tüm kanatlılar canlıdır, uçak da kanatlıdır,” gibi bir cümleydi, bu konuda da uzun uzun düşündüğümü hatırlıyorum ve bir arkadaşımın yardımıyla bunu kendimizce çürütmüş, ve ölü sinek gibi bir cevap vermiştik, bu cevap da bizi açıkçası epey tatmin etmişti. Ama o ilk soru, uzun zaman boyunca zihinimin duvarlarına çarptı durdu.

  Zincirlerini kıran bir kişi bir filozof gibidir. Görünüşlerin ötesini görür. Sıradan bir insan gerçeklik hakkında az bir fikre sahiptir, çünkü onu derinlemesine düşünmektense, hemen önünde duran şeye bakmaktan hoşnuttur. Ne var ki görünüşler aldatıcıdır. Gördükleri gölgelerdir, gerçeklik değil. (s.17)

  Felsefeyle ilgili ikinci bir şey ise ortaokulun son sınıfındayken, lise sınavına hazırlandığım dönemde -2 sene önce yani-  bir konferansa gitmiş olmamdı. Konuşmacılar yabancı filozoflardı, bize kulaklıklar verilmişti, ve oradan tercümeleri dinliyorduk. Yetişkinlerle dolu bir ortamdaki tek ortaokul öğrencisiydim, bu biraz yabancı hissettirmişti beni. Konu nihilizm ve modernizm idi, anlatılanların tek kelimesini anlamıyordum ama o anlamlandıramama hissi bile pek çok şeye değerdir, çünkü ortam bana ilham vermişti. Yaptığım tek şey elimdeki deftere bilmediğim kelimeleri not almak oldu ve konferansın sonunda sayfada yer kalmamıştı.

  Sanırım bu kitabı doğru zamanda okudum. Bir buçuk hafta sonra sınavlarım başlayacak ama hissediyorum ki, bu sene sanırım verdiğim en doğru karar bu kitabı daha fazla geciktirmeden okumak oldu. Zaten yazar aşırı basit bir dille ve öyküleyici bir anlatım kullanarak anlatmış olayları, kişileri ve felsefeyi; on yıl sonra okusam büyük ihtimal fazla basit gelirdi ama felsefe hakkında sıfır bilgi sahibi olanlar için ideal, hatta çok ideal bir kitap olduğu kanısındayım.

  Tanrı ne seçeceğimizi, halihazırda biliyorsa, herhangi bir şeyi yapmayı nasıl seçebiliriz? (s.65 Boethius)

  Kitapta Sokrates’ten başlayarak batı felsefecileri ele alınmış, bu bakımdan bakınca pek kapsamlı değil gibi görünüyor ama dediğim gibi, bence burada güdülen asıl amaç felsefeyi insanlara sevdirmek, onlara benimsetmek ve sorgulamayı aşılamak, kısa bir tanıtım yazısı gibi düşünün, orijinal metni okumak veya okumamak ise sizin tercihiniz.

  Ayrıca kitapta geçen felsefeciler:

*Sokrates ve Platon
*Aristotales
*Pyrrhon
*Epikuros
*Epiktetus, Cicero, Seneca
*Augustinus
*Boethius
*Anselmus ve Aquinas
*Niccolo Machiavelli
*Thomas Hobbes
*Rene Descartes
*Blaise Pascal
*Baruch Spinoza
*John Locke ve Thomas Reid
*George Berkeley ve John Locke
*Voltaire ve Gottfried Leibniz
*David Hume
*Jean-Jacques Rousseau
*Immanuel Kant
*Jeremy Bentham
*Georg Wıhelm Frıedrich Hegel
*Arthur Schopenhauer
*John Stuart Mill
*Charles Darwin
*Søren Kierkegaard
*Karl Marx
*C.S. Pierce ve William James
*Friedrich Nieztsche
*Sigmund Freud
*Bertnard Russell
*Alfred Jules Ayer
*Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir ve Albert Camus
*Ludwig Wittenfenstein
*Hannah Arendt
*Karl Popper ve Thomas Kuhn
*Philippa Foot ve Judith Jarvis Thomson
*John Rawls
*Alan Turing ve John Searle
*Peter Singer

  Bölümler kısacık ama vermek istediği anlamlar gerçekten düşündürücü, kitapta en ilgimi çeken filozoflar ise; Sigmund Freud, Peter Singer, Pyrrhon, Hannah Arendt ve John Stuart Mill ile ilgili olanlardı. Bunlar dışında Stoacılık, Varoluşçuluk gibi akımlar hakkında ise daha sonrasında internette araştırmalar yaptım. Eğer okuduğunuz bir kitap sizi sorgulamaya itiyorsa, sadece bir şey değil, birçok şey kapabilmişsinizdir.

 (Stoacılık): Temel düşünceleri, sadece değiştirebileceğimiz şeyler üzerine endişelenmemiz gerektiğiydi. Diğer şeyler konusunda kaygılanmamalıydık. (s.49)

  John Stuart Mill, ilk feministlerden birisi idi ve adaletsizliklere karşı mücadele verdi. Küçük yaştan beri dahi olabilecek birisi gibi yetiştirilmeye çalışıldı ve başarmış olduğunu verdiği eserlerden görebiliyoruz. 

  Mill daha da ileri gitti ve memnun bir aptal olmaktansa, memnuniyetsiz bir Sokrates olmanın daha iyi olduğunu söyledi. (s.211)

  Sigmund Freud psikanalizin kurucusu olarak adlandırılıyor, Frued’un düşünceleri, özellikle Freud Sürçmesi olarak adlandırılan şu ilginç konu, bilincaltının bizim üzerimizde yarattığı hasarlar, veya daha doğrusu, etkiler, belli bir süre insanı sorgulamaya itiyor.

  Bilinçdışındaki arzulara dair işaretleri görmenin bir başka yolu da dil sürçmeleridir. “Freud sürçmesi” diye adlandırılan bu dil sürçmeleri, sahip olduğumuzun farkında olmadığımız arzuları açığa vururlar. Televizyondaki pek çok haber spikeri, bir adı ya da ifadeyi dile getirirken takılmış, kazara müstehcen konuşmuştur. Bir Freudcu, bunun bir tesadüf olamayacak kadar sık meydana geldiğini söylerdi. (s.265)

Düşünceler kılık değiştirerek kaçmayı başarır. Örneğin rüyalarda ortaya çıkarlar. (s.264)

  Pyrrhon ise şüphecilikle uğraşmıştır. Şu an bu yazıyı okuyor olabilirsiniz ama okumuyor da olabilirsiniz, bu bir rüya olabilir, belki de şizofrensiniz ve halüsinayon görüyorsunuz, bilemezsiniz. Bir köpek size koşarak geliyor, ama kaçmanız manasız, çünkü sizi ısırmama ihtimali de var. Çok çok az, çok düşük dahi olsa, anlamamız gereken şey sanırım, ihtimaller her zaman vardır.

  Bu nedenle yapabileceğiniz en iyi şey, açık fikirli olmayı sürdürmektir. Kendinizi bir düşünceye adarsanız, hayal kırıklığına uğrarsınız. (s.31)

Görünüş ile gerçeklik arasında önemli bir fark vardır. Pek çoğumuz görünüşle gerçekliği karıştırırız. Anladığımızı düşünürüz, fakat anlamayız. (s.16)

 Dediğim gibi, belki bu kitabı bir on sene sonra okusam, şu an bende yarattığı etkiyi yaratamayacak, ama şu an için kısa ve öz anlatımı, insanı içine çeken olay örgüsü, sonuna kadar basit ve sürükleyici bir üslupla konuların anlatılmasının takdire şayan olduğunu söyleyebilirim. Sıkmadı, aksine kendisine iyice bağladı. En kısa zamanda Sofie’nin Dünyası’nı da okuyup felsefe ile ilgili orijinal metinleri yalayıp yutmaya başlayacağım.