Sessizlik ve Gürültü
(es-Samt ve’s-Sahab)
Nihad Siris
Sayfa Sayısı: 158
Çevirmen: Rahmi Er
Jaguar Kitap
1. Baskı, Nisan 2015,
İstanbul
**
“Her zaman senin yeniden
yazmaya başlamanı dileyeceğim.”
“Böylesi koşullarda susmak bilgeliktir.”
(s.89)
Geçen sene matematik
öğretmenim, bize sormuştu: “Devlet ile hükümet arasındaki fark
nedir?” Tabi ki herkes sıkarak kendince cevaplar vermişti. Sonrasında sözü devralarak demişti ki: “Devleti başınız olarak düşünün, hükümet de şapkanız olsun.
Şapkanızı fırlatıp atarak değiştirebilirsiniz, ancak başınızı kesip
atamazsınız.”
İsmi bilinmeyen bir
Ortadoğu, Arap ülkesinde Lider’in iktidara gelişinin 20. yıl kutlamaları
yapılıyor. Lider, bir darbe ile tüm ülkeye el koyarak, halk üzerinde sonsuz bir
güç ilan etmiş, her şeyin kendi emrinde olmasını sağlamıştır. Ana karakterimiz,
Fethi Şiyn ise hükümet karşıtı bir yazardır, Lider ve hükümet hakkında yazdığı onlarla zıt düşen
yazılar nedeniyle baskı altında tutularak yazmasına izin verilmemiştir, hükümet
yanlısı yazılar yazmaya da yanaşmamaktadır. Kitap, yazarın, 20. yıl kutlamaları
için sokağa çıktığı o bir günde başına gelenleri anlatmaktadır.
“Yani aydın kişi, tabiatı
gereği hırçındır mı demek istiyorsun?” (s.147)
Şöyle bir o ülkeyi betimleyelim,
kafamızda canlandıralım. Basın özgürlüğü yok, İnsan Hakları Evrensel Bildigresinde yer alan hiçbir maddeye sahip
değiller, gönüllü bir kölelik hakim, insanlar tamamen sürüye bağlı bir koyun ve
Lider, sonsuz mutlak güç sahibi, adeta bir Tanrı, yaratıcı, insanları donuna
kadar takip edebilecek bir yetkiye sahip.
Ona göre kitleler, Lider’e aşık olan bu
dünyanın sadece küçük bir bölümüydü. Öte yanda ağaçlar, kuşlar, bultular ve
Allah da Lider’e aşıktı. (s.18)
Kitap ilerledikçe ülkedeki
yönetim anlayışını daha iyi kavrayabiliyoruz. Lider, televizyonlarda devamlı
gösterimde, müzik veya sanat denen bir şey kalmamış ortada, Lider’in sahne
alacağı gün otobüs seferleri duruyor çünkü insanlar ya yürüyüşte olacak ya da
televizyon başında, düşünmek en büyük suçlardan bir tanesi, ve en üzücüsü de,
insanların kendi isteyerek bu hale gelmesi. İtaatkar bir halk olmadan, diktatör
bir lider de olmaz. Kitapta sözü geçen Hannah Arendt’in dediği gibi, kitleler
olmazsa lider de olmaz. Bu ikisi birbirini var eder ancak.
Zira müzik ne zevk almak
için, ne ruhu ve nefsi arındırmak için, ne de düşünmek ve duyguları inceltmek
içindi; tersine sadece ve sadece hamaset içindi. Lider “Müzik kitleleri teşvik
edip coşturma rolü oynamalıdır,” diyordu, bu nedenle de eğlence müziği ve solo
şarkılar geriledi, yerini askeri marş müziği aldı. (s.56)
Sessizlik ve gürültü metaforları ise temelde yatan düşünceleri
bize sunuyor. Ortama bitmek tükenmek bilmeyen bir gürültü kirliliği hakim.
İnsanların kendi düşüncelerini, iç seslerini bile dinlemelerine izin
verilmiyor. Hoparlörlerden devamlı Lider’in konuşmaları yankılanıyor, daha
doğru düzgün dilini kullanamayan bir insanın sözcüklerinin bombardımanına
tutuluyorsunuz. Sessizlik ise dünyadaki her şeyden, herkesten daha kıymetli bir
unsur. Sadece bir dakikalığına dahi olsa o huzur ortamını hissetmek, her şeye
bedel.
Gürültüyü oluşturan bütün bu rahatsız edici sesleri unutmak için
insanın kendi içine dönerek iç sesine kulak vermesi yeterli. (s.117)
İnsanın kendisiyle diyaloğa girmesi hastalıklı
bir durumdur, ama kişinin delirip aklını yitirmemesi için yararlı bir şeydir.
(s.118)
Kainattaki en güzel şey;
uzaktan gelen yumuşak şeyleri işitmemize imkan veren sükunettir. (s.131)
Kitap, aslında distopik
olarak adlandırılıyor ancak ben o kadar da kurgu olmadığı düşünceseydim,
aktarılanlar bir nevi ileri görüşlülük örneği aslında. Çünkü kitapta bahsedilenler,
birebir, günümüzle paralellik içerisinde, özellikle bizim ülkemizle. Kitabın yazarı, Nihad Siris, 2004 yılında Esed rejimi altındaki Suriye’de
yayınladıktan sonra bunu, ülkeden sınır dışı edilmek zorunda kalınıyor,
ülkesini terk ediyor. Düşünce özgürlüğü denen kavramın aslında ne kadar yozlaştırıldığına
verilebilecek en çarpıcı örneklerden bir tanesi.
Bunun üzerine alaycı bir
dille, “Ümmü Muhammed vatansever değil, çünkü yürüyüşlerde dışarıya
çıkmıyorlar,” dedi.
“Evet, yürüyüşlere katılmayanları böyle
adlandırıyorlar.” (s.35)
Kitapta sevdiğim bir diğer
nokta ise belli bir kesime değil de, evrenselliğin baz alınarak, herkese hitap
edilmesi edilmesi oldu. Çünkü bu olay, hemen hemen, geri kalmış ülkelerin
hepsinde yaşanıyor, itaat, yozlaşma, kölelik. İçi boş propagandalar, dini,
kültürü veya diğer her şeyi kullanarak halkı ele geçirme ve onları sömürme
anlayışı, halk da zaten tüketilmeye baştan meyilli olduğu için pek zorlanılmasa
gerek. Stockholm sendromu bir nevi, başka açıklaması yok.
Bizler kendi irademizle kul
köle olmuş kimseleriz. Bunun kanıtı, az önce büyük meydanda, otel binasının
önünde olup bitenlerdir: Orada Lider, insanlarla (kölelerle) öyle oynuyordu ki,
onlara askeri üniformasını ve madalyalarını sarkıtıp bunlara dokunabilmeleri
için onları çıldırtıyordu. Lider kitleleri, kendisi için canlarını verirken
görmekten hoşlanıyordu. (s.78)
Çoğu zaman diktatör
bireyler düşünen, itaate karşı çıkan ancak bunu sanatsal yollarla yapan ve
kendi fikirlerine sahip olan insanlardan korkuyorlar. Diğer insanları
örgütleyecek kapasitedeler ve onları alt edebilirler, sayıları da pek fazla
olmadığı için devletin yapmak istediği tek şey onları perişan etmek, ipe geçirmek,
hapse attırmak, suikaste maruz bırakmak. Tanıdık epey.
Düşünmek lanetli bir
eylemdir, suçtur, daha doğrusu Lider’e ihanettir. Sessiz ve sakin ortam, insanı
düşünmeye sevk ettiğinden, kitleleri ikide bir bu gürültüsü yürüyüşlere çekmek,
insanların beyinlerini yıkamak ve onları düşünme suçunu işlemekten korumak
gerekir. (s.19)
Kitapta en çok sevdiğim karakter ise Lema oldu. İster istemez bu
kadına karşı bir sempati duyuyorsunuz çünkü hayatı istediği gibi yaşamaktan
korkmayan, sevdiği adama sevgisini utanmadan, sakınmadan gösterebilen, güçlü
bir kadın karakter. Toplum baskısı altında kimsenin onu ezmesine izin vermeden
dimdik ayakta durabilmiş. Yeri geldiği zaman hüngür hüngür ağlıyor elbette ama
hiçbir zaman itaat isteğiyle yanıp tutuşmuyor, bağımsızlığın kıymetini biliyor
ve kendisini seviyor.
Kendisini, hiçbir takıntısı olmadan sahiplenen ve sevdiğine o nasıl
istiyorsa o şekilde sunabilen özgür bir kadın... (s.96)
Gözlerinin yaşardığını
gördüm. Bana ne yapmam gerektiği söylemek yerine, ağlayarak “Lütfen söyler
misin, ne yapacaksın,” diye sordu.
Ona doğru doğrulup kucakladım onu. “İşte bunu
yapacağım,” diye fısıldayarak gözlerini öpüp gözyaşlarını içmeye koyuldum.
(s.157)
“Ama korkmuyorsun?”
“Niçin korkayım?”
“Korkman lazım.” (s.138)