25 Şubat 2017 Cumartesi

Yılanı Öldürseler
Yaşar Kemal
Sayfa Sayısı: 103
Yapı Kredi Yayınları
25. Baskı, İstanbul, Şubat 2017

  Tek solukta okudum bu eşsiz ve nadide eseri. Abidin Dino’nun leziz çizimleri de okurken o atmosferde kendimi kaybetmemi sağladı. Nasıl güzel bir kitaptı bu, hislerimi kelimelere dökmem olanaksız gibi görünüyor. Okudukça kalbimde tarifi meydansız bir acı çıktı ortaya, büyüdükçe de büyüdü. Son cümleyi okurken de bir kez daha Yaşar Kemal’in ne kadar muhteşem bir yazar olduğunu kavramış oldum.

Hem uyduruyorlar, uydurduklarını bile bile, az sonra da uydurduklarını gerçeğe çevirip inanıyorlardı. (s.72)

  Esme, dünya güzeli bir kadın, öyle böyle değil. Öyle güzel ki, ne kadar insan gelse de öldüremiyor Esme’yi. O kadar güzel ki, Allah özene bezene yaratmış, bin yılda bir kez gelir ancak diyorlar. Halil var sonra, Esme’yi kaçırıyor, Esme istemiyor, tecavüz ediyor. Esme hamile kalıyor. Esme’nin sevdalı olduğu birisi var bu sırada, Abbas. Abbas da deliler gibi seviyor Esme’yi. Abbas hapse giriyor sonra. Esme ise bir oğlu doğurunca, elini eteğini çekiyor ve yaşadığı bu ortama karşı çıkamıyor. Oğlun adı Hasan. Abbas hapisten çıkıp bir gün Halil’i öldürünce, Halil’in akrabaları da Abbas’ı öldürüyor ve ortada zavallı iki kurban kalıyor: Esme ve Hasan. Halil’in anası, kardeşleri, kardeşlerinin karıları, diğer uzak akrabalar, köydeki tüm insanlar Esme’ye orospu diyor, o yaptırdı, o öldürdü Halil’i diyor, Halil’in kanı onun üzerinde, ananı öldürmen gerekiyor Hasan diyor ve böyle böyle akıp gidiyor kitap.

  Hasan, güzel Hasan, mert Hasan, cesur Hasan ama en sonunda annesini öldürmek zorunda bırakılan Hasan. Sapına kadar direnen ama en sonunda kendini kaybederek bunu yapmak zorunda kalan Hasan. Annesini çok ama çok seven fakat toplum baskısına karşı koyamayan Hasan.

Hasana ancak, Hasan gibi yaşamın ötesine, ölüme düşmüş insanlar yaklaşabilirler, onunla aynı ipte oynayabilirlerdi. (s.21)

   Kadının ülkemizdeki konumu, toplum baskısı, dedikoduların ve psikolojik şiddettin insanların üzerinde yarattığı etkiyi nefis bir şekilde ele almış Yaşar Kemal. Ayraçsız bitecek bir kitap. Esme’nin her ne olursa olsun ayakta durmaya çalışması, insanların bitmek tükenmek bilmeyen Halil’in hortladığıyla ilgili birtakım saçma sapan sözleri ve çevresindeki tüm insanların Hasan’a uyguladığı sözlü şiddetin sonunda yarattığı yıkım derinden sarstı bir okuyucu olarak beni.

  Kitabın en son paragrafını okurken, Yaşar Kemal’in ilk okuduğum kitabı olan Kuşlar da Gitti canlandı gözümde. İnsanların günden güne kötüleşmeye, vahşileşmeye, nefret dolu ve cani bir yaratığa dönüşmeye başlamasını ta o zamanlardan yüzümüze çarpmış.

İnsanlar konuşuyorlardı, o alıyor, o bırakıyor, o alıyor, öteki bırakıyordu. Baş döndürücü bir hızda gelişiyordu her şey... Yıldızlara kadar dinledi, dinledi. Hep dinliyordu. (s.27)

24 Şubat 2017 Cuma

Kambur
Şule Gürbüz
Sayfa Sayısı: 92
İletişim Yayınevi
7.Baskı, 2016, İstanbul

Uzun zamandır çok merak ediyordum ve merakıma da kat kat değdiğini rahatça söyleyebilirim. Eşsiz bir kalemi var Şule Gürbüz’ün; incelikle dokunmuş, şiirsel ve bir o kadar da çarpıcı.

  Okul süresince okudum ve çabucak bitiverdi. Tadını damağımda bırakarak bir yıldız gibi kayıp gitti. Sen çok güzel bir şeysin Kambur. Son zamanlarda okuduğum en güzel şey, sensin Kambur. Hayatı boyunca taşıdığı ağırlıklardan kurtulmak isteyen ama çaresizliğin çukurundan kurtulamayan bir karakter var kitapta. Fiziksel anlamdaki en belirgin özelliği ise kitabın adından anlaşılıyor zaten. Tuhaf, çıldırmış ve boğulmuş –hayat onu boğmuş. Düşünceleri o kadar buğulu ki, okurken ben de boğuldum.

  Bazı kısımlarda boğazım düğüm düğüm oldu. Hafifçe havaya baktım, sağıma soluma baktım, bir an için gerçekten yaşadığımı hissetmek istedim. Bu kitabı on sekiz yaşındayken yazmış olması, felsefe eğitimi alması, antika saatlerin üzerine mesleğini icra etmesi hayranlık verici.

  Sarı fosforlu kalemimi de elimden bırakamadım çünkü altı çizilecek zilyon tane yer var. Gereksiz aforizma kasma gibi bir derdi de yok ayrıca kitabın. O cümleleri okumak ne büyük zevkti, ne büyük hazdı, anlatamam.

Alıntılar (az bir kısmı):

Ölen kim ise, onun yaşamının müziği cenazesinde çalınmalı, diye düşündü. Çünkü insana doğumundan ölümüne dek bir müzik eşlik eder. (s.14)

Çirkin insanlardan iğrendiğim kadar güzellerden de iğrenirim. Hatta diyebilirim ki, estetik kaygısındaki her şey iğrendirir beni. (s.16-17)

Bana yakın bir insandan bahsedemeyeceğim; böyle biri hiç olmadı çünkü. (s.17)

 Bana sorulsa bir gün “Kamburunun düzelmesini mi istersin, yoksa tüm insanların kambur olmasını mı?” diye, herkesi kambur görmek olurdu dileğim. (S.21)

Tavsiye ettiği kitapları kimse okumuyordu ki, o da sonlarını öğrensin. (s.33)

Doğmak istemiyordum – bazen yok olmayı dilesem de... (s.47)

1947’ye gelmişiz. Sevinilecek tek yanı, bu yıl da ölecek bir sürü insanın olması. (s.49)


Evet çiçeğim geldi; cenazeme yetişmeliyim – ölü bekletilmez. (s.91)

20 Şubat 2017 Pazartesi


Bir Hal Var Sende
Berna Durmaz
Sayfa Sayısı: 93
Can Yayınları
2.Baskı, Ekim 2012, İstanbul

Keşfedilmemiş yazarlara karşı özel bir ilgi besliyorum ve Berna Durmaz da çok ama çok farklı bir kaleme sahip. Yazdığı öyküler öylesine kendine has, naif ve sarsıcı ki hissettiklerinizin hiç sonu gelmesin istiyorsunuz.

  İmgelerle yüklü ve şiirsel anlatımlı, kadınları konu olan öyküler bunlar. Üç bölüme ve aynı zamanda da bunların alt başlıklarına ayrılıyor; Taş, Kuş ve Göl. Bunların bize az çok çağrıştırdıklarını bilerek okuyor, hissedebiliyoruz birtakım şeyleri. Okudukça bunların aslında ne anlama geldiğini daha iyi anlıyorsunuz, haykırmak istedikleriniz ama susmak zorunda kaldığınız sözcükler.

Çok eskiden bir Sakız oğlan vardı. Böyle, gecenin birinde bir ağaca bakıp bakıp yitirmişti aklını. (s.17)

  Bir öyküde bir karakterle tanışıyoruz ama bitimiyle ona veda etmiyoruz, diğer öykülerde görüşme şansı yakalayabiliyoruz. Aynı karakter olsa dahi çekip aldıklarımız bambaşka oluyor bunlardan. Ayrıca nedendir bilmiyorum, kendimi çok fazla kaptırdığımdan olsa gerek, okurken canım çok yandı.

Vücudun bir ura alışması gibi alıştık. Ne atabildik ne sorabildik niyetini. (s.23)

  Kitapta en sevdiğim öyküler; Lal, Sepetin Çürüğü, Ağacın Dediği, Kalpteki Kuş ve Göç oldu. Daha fazla yazacaktım ama beş tanede sınırlı tutmaya çalıştım çünkü hepsi birbirinden çok etkiledi beni. Hiç bitmesin, sonu hiç gelmesin istedim. Türk edebiyatını okurken hislerim daha fazla harekete geçiyor çünkü çeviri kitaplarda olduğu gibi bir soğukluk hissetmiyorum. Türkçe o kadar şiirsel bir dil ki, doğru kullanıldığında hissedemediklerimiz bile boğabiliyor bizi.

Bahçeye gelen çocuklar ölü sinek atardı ağzından içeri. Yeter, annemin ona verdiği lokmalar gibi onları da yavaş yavaş çiğneyip yutardı. (s.33)


Akşam çöktüğünde gölün ıssızlığına verirdi kendini. Çırılçıplak soyunur, gölün pis sularıyla arınırdı. Bir acıyı tazelediğini anlardım. (s.74)

18 Şubat 2017 Cumartesi

Uzunharmanlar’da Bir Davetsiz Misafir
Sezgin Kaymaz
Sayfa Sayısı: 274
İletişim Yayınları
11. Baskı, İstanbul, 2016
--

Son zamanlarda okuduğum en iyi kitaplardan biridir Uzunharmanlar’da Davetsiz Bir Misafir. Sezgin Kaymaz’ın felsefik ve bol bol mizah içeren bu su gibi akıp giden diline de hasta olduğumu belirtmem gerekiyor. Okurken aldığım hazzı hiçbir şeye değişemem.

  Musa, eczacılık fakültesinden yeni mezun bir gençtir. Ailesiyle yaşadığı problemlerden ötürü Uzunharmanlar’a yerleşerek kafasını belli bir süreliğine de olsa toparlamak ister. Fakat zaman ilerledikçe evde yaşayanın tek kendisi olmadığını anlayacaktır. Şu üç cümle okunduğunda konusundan buram buram klişelik aktığı gibi doğru olmayan bir ön yargıya varılabilir ancak kitap ilerledikçe hiç de alakası olmadığını görebileceksiniz.

  Musa karakerine yönelik sevmek ve nefret etmek denklemi içerisindeyim, kitapta geçen durum gibi aynı. İki bine yakın kitabı olması ve birçoğunu okuması ona karşı bir sempati duymamı sağlasa da, boş beleşliği yüzünden sinir olduğum da doğrudur. Saplantılı kitap karakterlerine yönelik özel duygular beslediğimi ititraf etmem gerek ve Musa da bu konumda benim için. Her ne kadar çaydan hoşlanmasam da, günde en aşağı yüz bardak çay içmesi ona yönelik sevgimi kabartmıştır.

“Evet. Günlük çay tüketimim yüz bardağa yakındır. O da, doyduğum için değil. Günün saatleri o kadarına ancak yettiği için... (s.51)

“Musa Abi, ne vardı bu kutuların içinde allasen?” dedi, fosurdayarak. “Adam ölüsü gibi... İmanım gevredi valla.”
    “Kitap,” dedi Musa. “Sadece kitap. Seni de yordum ama...” (s.7)

“Benim söylediğim kıraathane, öyle kağıt, okey oynanan kıraathanelerden değil Mustafa Usta,” dedi. “...hakiki kıraathane... yani, insanlar gelip kitap okuyacaklar... kıraat etmekten kıraathane... Gazete okuyacaklar, dergi okuyacaklar, demli çaylar içip sohbet demliyecekler...” (s.34)

  Musa’ya kızdığım bir diğer konu değişken fikirleri oldu kitap süresince, ancak daha sonra adamakıllı düşündüğümde aynı durumun çevremdeki birçok insanda görülebildiğini de anladım. Karşındaki kişinin ikna kabileyeti ne kadar yüksekse ve sen de ne kadar ılımlıysan kendi fikirlerine sahip çıkma şansın yerlerde sürünebiliyor.

  Leyla karakterine ise ayrı bir hayranlık duyduğumu belirtmeden geçemem. Sözünü sakınmayan, güçlü ama aynı derecede hassas, çirkefleştiği zamanlarda bile sempatikliği görmezden gelinemeyen, ağzının bozuk olmasının tarif edilemez derecede yakıştığı bir karakter, okumaya doyamadım diyebilirim. Ona karşı yapılan haksızlık da zaman zaman üzmüştür beni.

‘Yok’un tanımı ‘Yok’tur. Bir şey ‘yok’sa, ona ne var demek mümkündür, ne de yok demek... (s.122)

    Son kısımları ise benim için gerçekten sarsıcıydı. Beklemediğim anda kafamda Wristcutters: A Love Story canlandı ama bunların kıyaslamasını bile yapmayacağım çünkü Sezgin Kaymaz gerçekten harikulade bir yazar. Yatmadan önce “elli sayfa okuyup bırakırım” nidasıyla harekete geçerek  yarısından fazlasını silip süpürmüşümdür. Okunmasını gerçekten çok ama çok tavsiye ediyorum.
  
“Evet... en ufak bir gecikme veya atik davranmayla hayattaki her şeyin yeri değişir... her kararla veya her tereddütle değiştiği gibi... tesadüfler, başka tesadüfleri doğuruyor... ve günün birinde, kendince geçerli sebeplerle yanlış yola düşen genç bir kadın, sonradan, başka geçerli sebeplerle hayalet oluyor ve kendi sebepleri yüzünden buraya taşınan Musa’yla tanışıyor...” (s.197)


“Kırlara, ormanlara gitmek istiyorsan, kırlara, ormanlara gitmek istediğin için git... şehrin gürültüsünden kaçmak için gitme... çünkü gürültüden kurtulduğunu düşündüğün her an, gürültüyü beyninin içinde bulduğun an olur...” (s.225)

15 Şubat 2017 Çarşamba

Anayurt Oteli
Yusuf Atılgan
Sayfa Sayısı: 108
Yapı Kredi Yayınları
34.Baskı, Ocak 2016, İstanbul

Türk edebiyatının en kaliteli psikolojik romanlarından biri olarak kabul edilmektedir Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli. Kendine has tarzıyla yazdığı bu kitapta bir parantezi kapatmasına kadar bir sayfa geçmesi, gerek imla hataları barındırması ve noktalama işaretlerini bazen düzgün kullanmamasıyla hayran olunası bir umursamama durumunu yansıtmıştır.

  Yine de kitabın beni tam anlamıyla tatmin etmediğini de söylemem gerek. Son sahnenin vuruculuğundan ötürü söyleyeceklerimi sessizce yutmak istesem de, geri kalan kısımlarını yeterince görmezden gelemedim. Başına buyruk bir yazım stilinden her ne kadar etkilenmiş olsam da, kitaptan yer yer kopmamı sağladı ve kenara bırakma isteği uyandırdı bende.

  Gelelim Zebercet’e. Ben bu kitabı bir nevi Zebercet için okumak istedim aslında aslında, Linkedin’de görmüştüm, intihar ettiğini okumuş ve kitabı da bu karakterle tanışmak için büyük bir tutkuyla almıştım. Ama Zebercet, bizim bildiğimiz karakterlerden değil, hiç değil hem de. Zebercet’le empati kuramaz, onu anlayamaz, onun sapık duygularını olumlu olarak karşılayamazsınız, ya da çok zordur bunları gerçekten hissedebilmek çünkü okurken tiksinirsiniz Zebercet’ten, ben de iğrendim epey.

  Kendini dış dünyadan ve insanlardan soyutlayarak yalnızlaşmayı seçmiş, böylece tamamen şizoid bir kişiliğe bürünmüştür. Yaşadığı en ufak olayı kendi hayal dünyasında kocamanlaştırarak ve farklı yerlere çarpıtarak da saplantılı bir birey oluvermiştir. Değer görmek istemiştir, aldatılmadan, kandırılmadan yaşayabilmek ama maalesef ki Zebercet gibi bir insana pozitif olarak yaklaşabilmek çok zordur. Onu anlamaya çalışmak bile terletir insanı.

 Son sahnede aklından geçen düşünceler ise gerçekten manidardır. Verdiği ani kararın etkisiyle böyle bir şeye atılması fakat aslında gerçekten bunu isteyip istemediğine de tam olarak karar verememesi ve o durudayken yaşadığı mağduriyet acıttı canımı. Tiksinsem de, nefret de etsem, tam o an birkaç yıldız parladı gözlerimde ve kavrayabildim birtakım şeyleri. Ek olarak, ölüm günü 10 Kasım’dır ve tam o sırada siren sesleri çalmıştır.


  Dün tiyatroya (Bir Delinin Hatıra Defteri) gittiğim için giremedim yazı ama yine de söyleyeceğim: 14 Şubat Dünya Öykü Günümüz kutlu olsun!

12 Şubat 2017 Pazar

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı
Bilge Karasu
Sayfa Sayısı: 138
Sel Yayınları
13. Basım, Mart 2016

  Günümüzde yeterince değer görmediğine şahit olmak her ne kadar üzücü olsa da, eserlerinin popüler bir şekilde elden ele dolaşmasını istemediğimi itiraf etmem gerek. Bencillik belki ama zaten elden ele dolaştırılacak kadar hafif bir içeriği yok. Öyle ki, kitap boyunca “ve” bağlacı ile karşılaşmıyoruz bile. Böylelikle cümleler çıkmaz sokağa dönüşüyor, siz koşup gitmek istiyorsunuz ama önünüz tıkalı. Kitabı anlamlandırmaya çalışırken o ortamda kayboluyorsunuz.

  Türkçeyi kullanışı ise hayranlık verici, Türk edebiyatının yüz aklarından birisi bu kitap. Bol bol tasvirler var ve bunlar da okurken kısa çaplı bir felç geçirmenizi sağlıyor, yoruyor. Paragraflar tarafından eziliyorsunuz, zerrenize kadar değer.
 
  Ada ve Tepe adlı iki bağlantılı öykü ve bir de Dutlar adı verilen bir hikayeden oluşuyor kitap. İlkinde içinde bulunduğu durumdan ötürü kaçmak zorunda kalan ve daha sonrasında kaçmanın onu kurtaramadığını fark ederek geri dönen ve cezaya çarptırılan Andronikos adlı bir keşişin öyküsü anlatılıyor. Andronikos, bir kahraman değil. Robinson Cruose veya Gulliver değil. Kendini maceraya atabilecek bir ruh taşımıyor ve içinde öyle bir cesaret barındırmıyor.

  Bundan dolayı da kendisine karşı özel bir sempati beslediğimi itiraf etmem gerekiyor. Gerçek hayatın ta içinden tutup çıkarılarak gün yüzeyine çıkarılıp herhangi bir hazırlık yapılmadan direkt önümüze sunulan karakterleri çok seviyorum ben. İster istemez bir samimiyet duyuyorum, özellikle de acı çekmişlerse.


  Işıklar içinde uyu, Bilge Karasu.

7 Şubat 2017 Salı

Cüceler
Neşe Cehiz
Sayfa Sayısı: 256
Can Yayınları
1.Baskı, Ekim 2015, İstanbul
--

Tamamen şans eseri elime aldığım bu kitabı okurken değişik düşüncelerle boğuştum ve gerçekten etkilendiğimi rahatlıkla belirtebilirim. Roman içinde roman gibi bir durum var kitapta; Evren Bükülmez’in kendi hayatı ile olan münasebetlerini okurken kendisinin kaleme aldığı romanı ise daha sıklıkla görüyoruz. Yazdığı kitabın ana karakteri Nergis adında bir kadın ve Nergis, gerçek hayattan tanıdığı somut bir birey. Nergis’in acıları, Nergis’in yaşadıkları ve Nergis’in hayatı... Böylelikle akıp gidiyor kitap.

  Aslında Türkiye’nin bir gerçeği sunuluyor kitapta bize; aile içi şiddet(fiziksel/psikolojik), tecavüz, taciz, aldatma, sahtekarlık, kumpas, intikam ve akla gelebilecek her türlü suç. Kadınların ve çocukların yaşadığı olaylar ise daha çok ön planda, daha çok yan yakıcı. Hayatımızı başkalarına ve bir şeylere adamak hakkında söylenen onurlu düşünceler bu kitapla beraber yerle bir ediliyor. İnsanın ne kadar zarar gördüğü, özellikle Nergis karakterinin çektiği korkunç acılar göz önüne alınınca, aslında bunun düşündüğümüz kadar muhteşem bir şey olmadığını anlıyoruz.

   Nergis’in (-ve kız kardeşinin) maruz kaldığı iğrenç şeyler, birilerine açmak istemeleri ve bunun karşısında tepki olarak susturulmaları, çareyi evden kaçmakta ve intiharda bularak bu sefer iyice bokluğa yuvarlanmaları ise gizlenmek istenen birtakım şeylerin özeti. Çok acı bir durum.

  Nergis evlendikten sonra iki tane çocuğu oluyor. Bu kısımda İlke karakterinin bana aşırı derecede yapmacık geldiğini söylemek istiyorum. Her ne kadar böyle insanların var olduğunu bilsem de, kendisinin kitapta sırıttığını düşünüyorum, oturmamış. Annesi ortadan yok olduktan sonra baloda ne giyeceğiyle ilgili birtakım şeyler düşünmesi ise çok abartı geldi.

  Yazarın anlatış tarzını çok sevdim. Akıcı olarak ilerliyor, arada hafif pürüzler olduğunu hissetmeme karşın yine de kitaptan kopamadım. Sonunda sarsılmayacağımı hissetmeme rağmen yine de hızlı hızlı okumak ve o son cümlenin tadına bakmak istedim. Okuduğum süre boyunca aldığım keyif ise gerçekten doruklardaydı.

Alıntılar
 
“Hayatını başkalarına adamak aslında bir çeşit intihardır, affetmek yücelik falan değil erdem hiç değil,” diye not aldım sayfanın kıyıcığına bilirkişi edasında.  (s.45)

Bir yığın insan ne kadar mükemmel bir çocuklukları olduğundan bahsedip durur. Palavradır boş laftır saçmalıktır çoğu. Çocukluk çağı hiçbir şekilde anlatılamaz. Çocukluk çok uzun sürer, çok sıkıcıdır, bitmek bilmez. Ayrıca bugün dediğimizin içinde ne varsa, çocukluğundan içinden geçip gidiyor. Zamanın icat edilmediği o tekinsiz dönemden bir dolu sır var herkesin içinde. Fazla üstüne gitmeye gelmez. (s.67)

Dünya daha iyi bir gezegen olabilirdi Tanrı-şeytan ikilisi, her işe burnunu sokmasa. (s.137)

Dedim ki Olcay’a; Kahramanımın hayatını kurtarma yükümlülüğüm var, ola ki intihar ederse altından kalkamam  bunun. (s.191)

Söylenmeyerek söyleniyordu en büyük yalanlar. (s.201)


Her şey eninde sonunda yoluna girer, diye düşünüyor Hayri, kayıp giden tavanı seyrederken Eğer yoluna girmeyen şeyler varsa, yolun sonuna gelmemişizdir daha. (s.212)

4 Şubat 2017 Cumartesi

Do Sesi
Ferit Edgü
Sayfa Sayısı: 96
Sel Yayınları
1.Baskı, Kasım 2014
--

“Ölüm, hiçbir şey; ama ölümden sonrası da hiçbir şey.”  (s.12)

  Uzun zamandır hiçbir şey okumadım. İçimde öylesine büyük bir isteksizlik doğdu ki, elim hangi kitaba uzansa hemen geri çektim. Kendimi de kasmayı düşünmedim açıkçası ama istediğim tarzda bir kitap bulamayınca da yollara düştüm.

  Nereden gördüm bu kitabı, hangi ara içini açıp okumaya başladım bilmiyorum ama iyi ki de almışım, iyi ki de okumuşum. Yazarın daha önce karşılaşmadığım bir tarzı var ve adının bu kadar az duyulmuş olması (belki de bu benim ayıbımdır) çok şaşırtıcı. Oysa ki gerçekten etkileyiciydi yazdıklarını okumak.

  Ferit Edgü’ye başlangıcı bu kitapla beraber yaptım ama çok da iyi bir tercih olmadığı kanısındayım. İçerdiği öykülerin gerçekten kaliteli olduğunu belirtmekle beraber, yeterince tatmin olmadığımı da söylemem gerekiyor. Diğer eserlerini okumayı merakla bekliyorum.

  Kitap, öykülerden oluşuyor. Nesir değil de, manzum olarak adlandırılabilir öyküler. Minimalist olmaları ise daha önce hissetmediğim bir tat bıraktı bende. En sevdiğim. Durgunlar ama bir o kadar sarsıcılar, vurucular, sizi silkiyorlar. Okurken duygu karmaşası içinde olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Böyle bir yazım şekli, şiirsel üsluplu (hem biçim, hem anlam bakımından) ama öyküsel metinler. Yazarın kelimeleri böylesine incelikle kullanımı ise takdire şayan bir şey bence.

HİÇ

Ne diyorduk?
Hiçbir şey.
Ah! demek başladığımız yere geri döndük.
Hiçbir şeyden mi başlamıştık?
Evet. Sanırım.
Öyleyse, yeniden başlayabiliriz.
Niçin olmasın? Önce sen başla.
Ne diyorduk?
Hiçbir şey.


(s.68)