İkinci El Zaman-Kızıl İnsanın Sonu (Vremya Sekond Hend)
Svetlana Aleksiyeviç
Sayfa Sayısı: 524
Çevirmen: Sabri Gürses
Kafka Yayınevi
1.Baskı, Eylül 2016, İstanbul
--
“Nedir savaş?” –
“Savaş, insanın gerçekten yaşamak istediği zamandır.” (s.456)
Svetlana Aleksiyeviç, 2015 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne
layık görülmüş, araştırmacı-gazeteci bir yazardır. Bitireli epey olmasına
rağmen yorumu yazmak için ancak oturabildim bilgisayarın başına, çünkü okurken
duyduğum acı eşiği o kadar fazlaydı ki, yazarken de aynı duyguları hissetmek
beni çok yorardı.
Yoruma başlamadan
önce bu tarz kitaplara verilen puan hakkında da birkaç şey söylemek istiyorum.
Sanal ortamda görüyorum ki; iki puan almış, beş puan verilmiş, yok üç buçuk
yazılmış, sadece bu kitap için değil, anı veya biyografisel içerikli kitaplara puan
verilmesini doğru bulmuyorum. Elbette beğenilmeyebilir ama puan veriline farklı
yöne çekiliyor. İnsanların çektiği acılara göre mi veriyoruz bunları? O çok acı
çekmiş, kitap da ağlattı sizi, beş puan hoop. Hiç ağlamadınız, üzülmediniz, bir
puan hop.
Kitap, 1991-2012
dönemini kapsayan söyleşiler aracılığıyla; Sovyetler Birliği’nin kuruluşu,
dağılışı, bu süreç içerisinde insanların durumunu, etnik gruplar, baskılar,
tecavüzler, şiddet ve birçok konuyu içerisinde barındırarak, sık
karşılaştığımız propagandalardan farklı olarak bize orijinal bir bakış açısı
sunuyor. Sovyetler Birliği’nden, Putin’in Rusya’sına doğru bir akış.
En büyük yemin –
“Stalin adına söz veriyorum,” demekti. (s.53)
Marx ve Engels’in
yazdığı Komünist Manifesto kitabını okurken Komünizmin ne kadar muhteşem bir
ideoloji olduğunu düşünmüştüm. Aynı zamanda da Sosyalizmle ilgili yazılar
okumuş ve toplumsal eşitliğin ne kadar muhteşem bir şey olduğuyla ilgili
kendimce yorumlar yapmıştım. Ama her şey bunlardan ibaret değilmiş, bunlar
sadece birer ütopyaymış.
“Marx okuyana komünist nedir, ama onu anlaya
antikomünist denir.” (s.22)
İnsanların anlattıklarını,
anılarını okurken insanın özgürlüğe ne
kadar aç bir canlı olduğunu görebiliriz. İşte bu ideolojiler de onları
kısıtlıyor, onları sınırlandırıyor, herkes eşit, tamam, güzel ama açlıktan da
ölüyorlar. Komünalka denilen yerlerde onlarca kişi beraber yaşamak zorunda
kalıyor. Öylesine acı çekiyorlar ki, on binlerce kelime kullansak dahi bunları
ifade etmeye yetmez.
Stalin’in muhteşem
bir insan olduğunu söyleyen, yeni tip entel komünistler/sosyalistler de artmış
durumda. 9 ila 30 yaşlarındaki gençlerin
yarısı Stalin’i “büyük politik lider” sayıyor. Stalin’in Hitler kadar insanı
yok ettiği ülkede, yeni bir Stalin kültü mü doğuyor? (s.17) Popüler kültür de bu işte, havalı
olmak istiyoruz, Fidel Castro ölünce onun fotoğraflarını profil resimlerimize
koyuyoruz ama Küba halkının açlıktan kıvrandığı günleri görmek istemiyoruz.
Komünizmin ve sosyalizmin içinde yaşamış bu insanların çektikleri zorlukları
okurken, kitaptan bir cümle geliyor aklıma:
Sokakta orak çekiçli
ve Lenin portreli tişörtler giymiş genç çocuklar görüyorum. Biliyorlar mı
komünizmin ne olduğunu? (s.18)
Kuzey Kore mesela, sosyalist bir devlet.
Herkes eşit, bravo, işte bundan dolayı halk sefil, yoksul ve perişan. Açlıktan
ölüyorlar, can güvenlikleri yok ve ülke bir kapalı kutu gibi. Muhteşem değil
mi? Çin yıkılmadı. İnsanların açlıktan
öldüğü Kuzey Kore de öyle. Küçük sosyalist Küba duruyor, biz ise kaybediyoruz.
Bizi tanklarla ve roketlerle ele geçirmediler, en güçlü olduğumuz şeyi
yıktılar. Ruhumuzu. (s.141)
Bu ideolojileri linç etmek gibi bir
amacım da kesinlikle yok. Sadece uygulanış biçimlerine bakıldığında, insanın
özgürlüklerinin kısıtlanmasıyla beraber gelen olaylar silsilesi hakimiyet
sahibi kişiye sonsuz bir güç vererek halkın eziyet görmesini sağlıyor. Daha net
konuşabilmem için, bu konu hakkında daha fazla okumam ve araştırma yapmam
gerekiyor. Ondan dolayı da bunu burada noktalıyorum. “Komünistler köşklerde yaşardı, siyah havyarı kaşıkla yerlerdi.
Kendileri için kurdular komünizmi.” (s.60)
Sovyet insanıyım ben,
annem de Sovyet insanı. Sosyalizmi ve komünizmi inşa ettik biz. Çocuklara şöyle öğretilirdi: Ticaret ayıptır
ve mutluluk parada değildir. Onurlu
olmak, hayatımızı Vatan uğruna feda etmek, bunlar en değerli şeylerimizdi.
Hayatım boyunca Sovyet insanı olmaktan gurur duydum, ama şimdi utanıyorum,
artık değersiz bir şey gibiyiz. Komünizmin idealleri vardı, şimdi kapitalizmin
idealleri var: “Kimseye acıma, çünkü kimse sana acımaz.” (s.466)
Savaşmanın
çok onurlu bir şey olduğunu düşünüyoruz. İnsanlar öldürüyoruz ve kahraman ilan
ediliyoruz. Çok kolay bir şey günümüze göre, evet çok kolay. Ölmek istemeyene
vatan haini damgası vurmak, “vatan sağ olmasın, evladım sağ olsun,” diyen bir
insanı rencide etmek mesela. Her şey bu kadar, savaşa gitmek zorunda kalan ve
geriye dönemeyen milyonlarca insanı küçültmek.
Babamız... tuhaf
biriydi, başkalarınınki gibi değildi... Bir ata ya da ineğe vuramazdı, köpeği
ayağıyla kovamazdı. Babam için hep üzüldüm. Diğer erkekler onunla alay ederdi:
“Ne biçim erkeksin sen! Karı kılıklı!” diye. Annem ağlardı onun... onun
diğerleri gibi olmamasına. Eline bir lahana koçanı alır ve bakardı... (s.52)
Kitabı okurken aynı
zamanda Sovyet tarihi hakkında belli bir birikimimiz olması gerekiyor, yoksa
olaylar kimi zaman anlamsızlaşabiliyor. Yine de Svetlana Aleksiyeviç’in şiirsel
üslubu sayesinde, köşeye sıkışıyoruz ve bütün bunlar bizi iliklerimize kadar
titrettiriyor, gözlerimiz dolabiliyor.
Beni en çok
etkileyen iki insan, İgor Poglozov ve Tamara Suhovey. İgor, şiirler yazıyor ve
14 yaşında intihar ediyor. Tamara’nın hayatı ise acılardan oluşuyor, on bir
yaşında tecavüze uğruyor, aç kalıyor, dövülüyor, bileklerini kesiyor ama
ölemiyor ve son intihar denemesi de başarılı oluyor. Kocası da hemen ardından
başka kadın buluyor.
“Sen canavarsın, canavarsın,
şişko! Senin gibi canavarlar, sana benzeyen canavalar yetiştirdin, sen
yetiştirdin bizi böyle! Hayat boyu senden ne işittik? Başkaları için yaşamak
lazım... Yüksek hedefler için yaşamak lazım... Tankların altına yat, yan uçakta
Vatan için. Gümbür gümbür devrim... kahramanca ölüm... Ölüm hep hayattan daha
güzeldir. Biz canavar ve ucube yetiştik. Ben de İgorcuğu öyle yetiştirdim. Sen
suçlusun bütün bunlardan! Sen!!” (s.161)
İçimdeki tüm düşünceleri haykırsam sayfalar sürecek, bundan dolayı burada noktalamalıyım.
Çok fazla alıntı verdim ama yine de birkaç alıntı daha bırakmak istiyorum, içimde
kalacak yoksa:
Sürekli acılardan bahsediyoruz... Bu bizim kavrama
biçimimiz. Batılılar bize naif geliyor, çünkü acı çekmiyorlar bizim gibi,
onların her şeye karşı ilacı var. Ama biz kampları gördük, savaşta toprağın
üzerini ceset dağlarıyla doldurduk, Çernobil’de çıplak ellerle topladık nükleer
yakıtı. Şimdi de sosyalizmin harabesi üzerinde oturuyoruz. Savaş sonrası gibi.
Çok yıprandık, çok hırpalandık. Kendi dilimiz var. Acının dili. (s.43)
Onların köyünde annesi bir çocuğu baltayla kesmiş, pişirip diğerlerini
beslemek için. Kendi çocuğunu... Bunların hepsi olmuş... (s.111)
“Afgan Savaşı sırasında Sovyet helikopterleri, kuşatma
altında kalan askerlerine, esir düşmesinler diye ateş açtı...” (s.130)
Bir arkadaşımızı öldürdüler... Şairdi. Tacikler şiiri sever, her evde en az bir-iki
şiir kitabı vardır, şair kutsal kişidir bizde. Ona dokunulmaz. Öldürdüler!
Öldürmeden önce ellerini kırdılar... Yazı yazdığı için... (s.442)
Çocukken bekledim... Ve büyüyünce... Şimdi yaşlandım...
Kısacası, herkes kandırdı, hayat daha kötü oldu. Bekle sabret, bekle sabret.
Bekle sabret... (s.88)
İnsan hep yaşamak istiyor, savaşta bile. Savaşta çok şey
öğreniyorsun... İnsandan daha kötü bir hayvan yok. İnsan insanı öldürür, mermi
değil. İnsan insanı... (s.95)
Bir yığın romantik kitap okumuştuk, ama hayat bizi tekme
tokat başka yöne fırlattı. (s.176)
Köşede yarı çıplak bir adam kemerle asmış kendini. Anne kollarında bir bebeği sallıyor, biraz daha büyük bir çocuk da yanında duruyor.
Elleriyle kendi bokunu yiyor, lapa gibi. (s.193)
Otları, kökleri yiyor, taşları yalıyorduk. Bir kediyi
ağırlamayı çok istiyorduk, ama hiçbir şeyimiz yoktu ve onu yemekten sonra kendi
tükürüğümüzle besledik: yedi. Yedi! (s.280)
Vanya Amca’yı hücreye sedyeyle getirmişler, kandan ve
sidikten sırılsıklammış. Kendi pisliğine bulanmış. Bilmiyorum ki insan nerede
biter... Siz biliyor musunuz? (s.304)