27 Ocak 2017 Cuma

İkinci El Zaman-Kızıl İnsanın Sonu (Vremya Sekond Hend)
Svetlana Aleksiyeviç
Sayfa Sayısı: 524
Çevirmen: Sabri Gürses
Kafka Yayınevi
1.Baskı, Eylül 2016, İstanbul
--

“Nedir savaş?” – “Savaş, insanın gerçekten yaşamak istediği zamandır.” (s.456)

Svetlana Aleksiyeviç, 2015 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş, araştırmacı-gazeteci bir yazardır. Bitireli epey olmasına rağmen yorumu yazmak için ancak oturabildim bilgisayarın başına, çünkü okurken duyduğum acı eşiği o kadar fazlaydı ki, yazarken de aynı duyguları hissetmek beni çok yorardı.

  Yoruma başlamadan önce bu tarz kitaplara verilen puan hakkında da birkaç şey söylemek istiyorum. Sanal ortamda görüyorum ki; iki puan almış, beş puan verilmiş, yok üç buçuk yazılmış, sadece bu kitap için değil, anı veya biyografisel içerikli kitaplara puan verilmesini doğru bulmuyorum. Elbette beğenilmeyebilir ama puan veriline farklı yöne çekiliyor. İnsanların çektiği acılara göre mi veriyoruz bunları? O çok acı çekmiş, kitap da ağlattı sizi, beş puan hoop. Hiç ağlamadınız, üzülmediniz, bir puan hop.

 Kitap, 1991-2012 dönemini kapsayan söyleşiler aracılığıyla; Sovyetler Birliği’nin kuruluşu, dağılışı, bu süreç içerisinde insanların durumunu, etnik gruplar, baskılar, tecavüzler, şiddet ve birçok konuyu içerisinde barındırarak, sık karşılaştığımız propagandalardan farklı olarak bize orijinal bir bakış açısı sunuyor. Sovyetler Birliği’nden, Putin’in Rusya’sına doğru bir akış.

En büyük yemin – “Stalin adına söz veriyorum,” demekti. (s.53)

  Marx ve Engels’in yazdığı Komünist Manifesto kitabını okurken Komünizmin ne kadar muhteşem bir ideoloji olduğunu düşünmüştüm. Aynı zamanda da Sosyalizmle ilgili yazılar okumuş ve toplumsal eşitliğin ne kadar muhteşem bir şey olduğuyla ilgili kendimce yorumlar yapmıştım. Ama her şey bunlardan ibaret değilmiş, bunlar sadece birer ütopyaymış.

 “Marx okuyana komünist nedir, ama onu anlaya antikomünist denir.” (s.22)

  İnsanların anlattıklarını, anılarını okurken insanın özgürlüğe  ne kadar aç bir canlı olduğunu görebiliriz. İşte bu ideolojiler de onları kısıtlıyor, onları sınırlandırıyor, herkes eşit, tamam, güzel ama açlıktan da ölüyorlar. Komünalka denilen yerlerde onlarca kişi beraber yaşamak zorunda kalıyor. Öylesine acı çekiyorlar ki, on binlerce kelime kullansak dahi bunları ifade etmeye yetmez.

  Stalin’in muhteşem bir insan olduğunu söyleyen, yeni tip entel komünistler/sosyalistler de artmış durumda. 9 ila 30 yaşlarındaki gençlerin yarısı Stalin’i “büyük politik lider” sayıyor. Stalin’in Hitler kadar insanı yok ettiği ülkede, yeni bir Stalin kültü mü doğuyor?  (s.17) Popüler kültür de bu işte, havalı olmak istiyoruz, Fidel Castro ölünce onun fotoğraflarını profil resimlerimize koyuyoruz ama Küba halkının açlıktan kıvrandığı günleri görmek istemiyoruz. Komünizmin ve sosyalizmin içinde yaşamış bu insanların çektikleri zorlukları okurken, kitaptan bir cümle geliyor aklıma:
Sokakta orak çekiçli ve Lenin portreli tişörtler giymiş genç çocuklar görüyorum. Biliyorlar mı komünizmin ne olduğunu? (s.18)

  Kuzey Kore mesela, sosyalist bir devlet. Herkes eşit, bravo, işte bundan dolayı halk sefil, yoksul ve perişan. Açlıktan ölüyorlar, can güvenlikleri yok ve ülke bir kapalı kutu gibi. Muhteşem değil mi? Çin yıkılmadı. İnsanların açlıktan öldüğü Kuzey Kore de öyle. Küçük sosyalist Küba duruyor, biz ise kaybediyoruz. Bizi tanklarla ve roketlerle ele geçirmediler, en güçlü olduğumuz şeyi yıktılar. Ruhumuzu. (s.141)

  Bu ideolojileri linç etmek gibi bir amacım da kesinlikle yok. Sadece uygulanış biçimlerine bakıldığında, insanın özgürlüklerinin kısıtlanmasıyla beraber gelen olaylar silsilesi hakimiyet sahibi kişiye sonsuz bir güç vererek halkın eziyet görmesini sağlıyor. Daha net konuşabilmem için, bu konu hakkında daha fazla okumam ve araştırma yapmam gerekiyor. Ondan dolayı da bunu burada noktalıyorum. “Komünistler köşklerde yaşardı, siyah havyarı kaşıkla yerlerdi. Kendileri için kurdular komünizmi.” (s.60)

Sovyet insanıyım ben, annem de Sovyet insanı. Sosyalizmi ve komünizmi inşa ettik biz.  Çocuklara şöyle öğretilirdi: Ticaret ayıptır ve mutluluk parada değildir.  Onurlu olmak, hayatımızı Vatan uğruna feda etmek, bunlar en değerli şeylerimizdi. Hayatım boyunca Sovyet insanı olmaktan gurur duydum, ama şimdi utanıyorum, artık değersiz bir şey gibiyiz. Komünizmin idealleri vardı, şimdi kapitalizmin idealleri var: “Kimseye acıma, çünkü kimse sana acımaz.” (s.466)

   Savaşmanın çok onurlu bir şey olduğunu düşünüyoruz. İnsanlar öldürüyoruz ve kahraman ilan ediliyoruz. Çok kolay bir şey günümüze göre, evet çok kolay. Ölmek istemeyene vatan haini damgası vurmak, “vatan sağ olmasın, evladım sağ olsun,” diyen bir insanı rencide etmek mesela. Her şey bu kadar, savaşa gitmek zorunda kalan ve geriye dönemeyen milyonlarca insanı küçültmek.

Babamız... tuhaf biriydi, başkalarınınki gibi değildi... Bir ata ya da ineğe vuramazdı, köpeği ayağıyla kovamazdı. Babam için hep üzüldüm. Diğer erkekler onunla alay ederdi: “Ne biçim erkeksin sen! Karı kılıklı!” diye. Annem ağlardı onun... onun diğerleri gibi olmamasına. Eline bir lahana koçanı alır ve bakardı... (s.52)

  Kitabı okurken aynı zamanda Sovyet tarihi hakkında belli bir birikimimiz olması gerekiyor, yoksa olaylar kimi zaman anlamsızlaşabiliyor. Yine de Svetlana Aleksiyeviç’in şiirsel üslubu sayesinde, köşeye sıkışıyoruz ve bütün bunlar bizi iliklerimize kadar titrettiriyor, gözlerimiz dolabiliyor.

  Beni en çok etkileyen iki insan, İgor Poglozov ve Tamara Suhovey. İgor, şiirler yazıyor ve 14 yaşında intihar ediyor. Tamara’nın hayatı ise acılardan oluşuyor, on bir yaşında tecavüze uğruyor, aç kalıyor, dövülüyor, bileklerini kesiyor ama ölemiyor ve son intihar denemesi de başarılı oluyor. Kocası da hemen ardından başka kadın buluyor.  

“Sen canavarsın, canavarsın, şişko! Senin gibi canavarlar, sana benzeyen canavalar yetiştirdin, sen yetiştirdin bizi böyle! Hayat boyu senden ne işittik? Başkaları için yaşamak lazım... Yüksek hedefler için yaşamak lazım... Tankların altına yat, yan uçakta Vatan için. Gümbür gümbür devrim... kahramanca ölüm... Ölüm hep hayattan daha güzeldir. Biz canavar ve ucube yetiştik. Ben de İgorcuğu öyle yetiştirdim. Sen suçlusun bütün bunlardan! Sen!!” (s.161)

 İçimdeki tüm düşünceleri haykırsam sayfalar sürecek, bundan dolayı burada noktalamalıyım.

Çok fazla alıntı verdim ama yine de birkaç alıntı daha bırakmak istiyorum, içimde kalacak yoksa:

Sürekli acılardan bahsediyoruz... Bu bizim kavrama biçimimiz. Batılılar bize naif geliyor, çünkü acı çekmiyorlar bizim gibi, onların her şeye karşı ilacı var. Ama biz kampları gördük, savaşta toprağın üzerini ceset dağlarıyla doldurduk, Çernobil’de çıplak ellerle topladık nükleer yakıtı. Şimdi de sosyalizmin harabesi üzerinde oturuyoruz. Savaş sonrası gibi. Çok yıprandık, çok hırpalandık. Kendi dilimiz var. Acının dili. (s.43)

Onların köyünde annesi bir çocuğu baltayla kesmiş, pişirip diğerlerini beslemek için. Kendi çocuğunu... Bunların hepsi olmuş... (s.111)

“Afgan Savaşı sırasında Sovyet helikopterleri, kuşatma altında kalan askerlerine, esir düşmesinler diye ateş açtı...” (s.130)

Bir arkadaşımızı öldürdüler... Şairdi.  Tacikler şiiri sever, her evde en az bir-iki şiir kitabı vardır, şair kutsal kişidir bizde. Ona dokunulmaz. Öldürdüler! Öldürmeden önce ellerini kırdılar... Yazı yazdığı için... (s.442)

Çocukken bekledim... Ve büyüyünce... Şimdi yaşlandım... Kısacası, herkes kandırdı, hayat daha kötü oldu. Bekle sabret, bekle sabret. Bekle sabret... (s.88)

İnsan hep yaşamak istiyor, savaşta bile. Savaşta çok şey öğreniyorsun... İnsandan daha kötü bir hayvan yok. İnsan insanı öldürür, mermi değil. İnsan insanı... (s.95)

Bir yığın romantik kitap okumuştuk, ama hayat bizi tekme tokat başka yöne fırlattı. (s.176)

Köşede yarı çıplak bir adam kemerle asmış kendini. Anne kollarında bir bebeği sallıyor, biraz daha büyük bir çocuk da yanında duruyor. Elleriyle kendi bokunu yiyor, lapa gibi. (s.193)

Otları, kökleri yiyor, taşları yalıyorduk. Bir kediyi ağırlamayı çok istiyorduk, ama hiçbir şeyimiz yoktu ve onu yemekten sonra kendi tükürüğümüzle besledik: yedi. Yedi! (s.280)


Vanya Amca’yı hücreye sedyeyle getirmişler, kandan ve sidikten sırılsıklammış. Kendi pisliğine bulanmış. Bilmiyorum ki insan nerede biter... Siz biliyor musunuz? (s.304)

21 Ocak 2017 Cumartesi

Beyaz Zambaklar Ülkesinde
Grigory Petrov
Sayfa Sayısı: 132
Çevirmen: Prof. Dr. Ali Haydar Bey
Hayat Yayınları
38. Baskı, Ankara, 2016
--

Yöneticiler iyi veya kötü olsunlar, kahraman veya zalim olsunlar, onlar kendi milletlerinin birer yansımasıdırlar. (s.33)

  Uzun zamandır okumak istediğim ve Mustafa Kemal Atatürk’ün müfredata sokmak istediği, her Türk insanın okuması gerektiğini söylediği kitaplardan bir tanesiydi. Okumaya geç kalınmışlık hissini üzerimden atmam zor olsa da, kitabın son sayfasını çevirmemle ağır bir duygu karmaşasının altına girmem bir oldu.

  İskandinavya bir çöldür, Finlandiya bir çöldür. Her tarafı buzullarla kaplı, verimli toprakların olmadığı, yıllar boyunca istilaya maruz kalmış bir çöl. Günümüze baktığımızda ise dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri olduğunu görebiliyoruz, peki nasıl oldu bu? Grigory Petrov tarafından yazılan (bir nevi derlenen) bu kitap; bir halkın tüm imkansızlıklara ve elverişsiz doğa koşullarına rağmen, bir avuç aydının önderliğinde; askerlerden din adamlarına, profesörlerden öğretmenlere, doktorlardan iş adamlarına kadar, her meslekten insanın halkla omuz omuza bir dayanışma sergileyerek, ülkesini geri kalmışlıktan kurtarmak için nasıl büyük bir uygarlık mücadelesi verdiklerini, tüm insanlığa örnek olacak bir şekilde gözler önüne sermektedir. (Son kısım arka kapaktan alıntıdır.)

Ama asıl amacı insanları cennete hazırlamak yerine, yeryüzünü bir cennete dönüştürmekti. (s.8)

  Ön sözde neler yazıyor biliyor musunuz? Finler öyle bir millet ki, bağırmanın ve savaşmanın ne demek olduğunu bilmezler. Yüksek sesle asla konuşmazlar ki karşılarındaki insanı rahatsız etmesinler. İçki içmezler ve şiddetten kaçınırlar. Vagonlarda kimse sigara içmez, yerlere tükürmez ve asla yüksek sesle konuşmaz. 1500 nüfuslu olan Vyborg’da bile on iki adet büyük kitapçıları vardır.

  Beyaz Zambaklar Ülkesi’nin insanları, her şeyden önce başka insanların hak ve özgürlüklerini düşünürler. Orada özgürlüğün değeri büyüktür. Ama bu ülkede özgürlük demek, başkalarını rahatsız etmek değildir. (s.23)

  Bu insanları inceleyecek olan biri, onların sanki dünyamıza değil de, başka bir gezegene ait olduklarını zanneder. (s.21)

  Bir ülkeyi ileri götürmek demek, onun sınırlarını genişletmek, daha büyük toprak parçalarına sahip olmak demek, değildir. Ülken için çalışmak, cebinden önce vatanının geleceğini düşünmek ve yapacağın işlere (tarım, hayvancılık, temizleme, her ne olursa olsun) dört elle sarılmak büyük bir erdemin ve onurun temsilidir. Finler öyle bir halk ki işte, bütün bu özelliklerine hepsine sahipler.

Vatan için yaşamak, ülkenin ilerlemesi ve yükselmesi için çalışmak da, ülke için ölmek kadar şereflidir! (s.60)

  Şunu söyleyebilirim ki, Türkiye’deki her bireye bu kitap okutulmuş olsa, hepsi gerçekten kitabın ana fikrini, vermek istediği mesajı kaparak harekete geçse şu anki konumumuz çok farklı olurdu. Avrupa’da hayvan olmanın bile, Türkiye’de insan olmaktan daha konforlu olduğunu bilmek, durumumuzun ne kadar içler acısı olduğunu gösteriyor.

Aydın olmak demek, modaya uygun elbise, şapka giymek ve kolalı gömlek giyinmek demek değildir. Aydın kesim, halkın beyni konumundadır. (s.43)

19 Ocak 2017 Perşembe

O Geri Döndü (Er ist wiedar da)
Timur Vermes
Sayfa Sayısı: 406
Çevirmen: Regaip Minareci
Pegasus Yayınları
1. Baskı, İstanbul, Temmuz 2014
--
 
  Son zamanlarda okurken bu kadar işkence çektiğim bir kitap anımsamıyorum. Gerçekten o kadar sıkıldım ki, bazı paragrafları atlayarak ancak sonunu getirebildim. Bir de büyük bir hevesle almıştım (ödünç aldım aslında) bu kitabı.

  Adolf Hitler, bir sabah uyandığında kendini 2011 yılı Almanya’sında buluyor, sonra da olaylar gelişmeye başlıyor. Filmini geçen sene izlemiş, çok ama çok beğenmiş ve kahkahalar atmıştım seyrederken, ancak kitabı için aynı şeyler geçerli değil maalesef.

  Şimdi genel anlamda konuya baktığımızda çok etkileyici ve yaratıcı olduğunu itiraf etmem gerekiyor. Okuduğunuzda böyle bir “ov” çekiyorsunız, ama ilerledikçe içim kocaman bir hayal kırıklığıyla dolup taştı. Olaylar birbirinden kopuk ve anlatım aşırı basit geldi. Bu da kitabın sürükleyiciliğini benim için tamamen yok etti.

  Timur Vermes kitabı yazarken büyük emekler vermiş çünkü kullandığı imalı sözcüklerden konuya iyi derecede hakim olduğunu söyleyebilirim. Bu durum aslında kitabın kalitesini de arttırıyor ama maalesef, bir kere soğunduğunda pozitif yönler açısından değerlendirmek, objektif olabilmek çok zor oluyor.

  Alt metin açısından değerlendirildiğinde ise kalitesinin yüksek olduğunu söyleyebilirim. Liderler, toplumun aynı zamanda aynasıdır. Alman halkının Hitler konusunda hala net bir fikre sahip olmadığı, günümüzde meydana gelen mülteci ve göçmen krizini de hesaba katarak yeniden bir Hitler’e ihtiyaç duydukları rahatça söylenebilir.

  Bu da böyle kısa bir yazı oldu.


Sağırın biri, körün anlattığını bir köşeye not eder, köyün delisi bunu düzeltir ve diğer gazete binalarındaki meslektaşları bunları kopyalar. (s.38)

16 Ocak 2017 Pazartesi


Umut Bıçağı (The Knife of Never Letting Go [Chaos Walking #1])
Patrick Ness
Sayfa Sayısı: 472
Çevirmen: Kerem Işık
Delidolu Yayınları
2.Baskı, Ocak 2014
 --
  Beklediğimden, beklemediğim şekilde çok daha iyiydi. Başlarda sıkıldığımı ve dudak büktüğümü anımsıyorum ama kitabın son cümlesini okuduğumda düşüncelerim adeta bir evrim geçirmiş ve tepetaklak değişmişti.

  Kitap bir distopa. Ses adı verilen bir virüs salgını kasabadaki tüm kadınları yok etmiş ve erkeklerden geriye çok az bir topluluk kalmıştır. Bilgilere göre de bu hastalık, Manklar (bir nevi uzaylılar) tarafından Prentisstown’a yaydırılıyor. Buna göre de herkes birbirinin kafasının içindeki sesi duyabiliyor ve sonsuz bir gürültü hakim, Ses olarak adlandırılıyor bu durum ve feci derecede korkunç. Ek olarak, 13 yaşına gelmiş her bir birey de oğlanlıktan çıkarak yetişkinliğe adım atıyor ve ona göre muamele görüyor, bazı bilgileri öğrenebiliyor. Ana karakterimiz olan Todd Hewitt’in ise on üçüne basmasına daha bir ay kadar bir süre var ve kasabadaki tek oğlan kendisi. Bir gün, tesadüf eseri Ses’in duyulmadığı bir yer buluyor ve işte olaylar da bundan sonra hareketleniyor.

Yani unutulmaması gereken şey, burada, her şeyi anlatırken söyleyebileceklerim içinde en önemli olanı, Sesin gerçeklik olmadığıdır, Ses erkeklerin gerçek olmasını istediği şeydir ve bu ikisi arasındaki kahrolası fark öyle büyüktür ki dikkatli olmazsanız sizi öldürebilir, bekleyin ve görün. (s.29)

  Çeviride yabancı dildeki aksanları verebilmek için “okuyom, geliyom, diil” tarzı kelimeler sıklıkla kullanılmış ve bence çok da güzel olmuş. Hem orijinalleştiriyor, hem de o atmosferi tamamen sizin içinize işletiyor. Daha çok hakim olabiliyorsunuz bir şeylere. Aşağıda örnekler olacaktır.

Tüm dünyan geleceği olmayan Sesle dolu bir kasabaysa, bazen gidecek yerin olmasa bile gitmek zorundasındır. (s.26)

  Başlangıçta birkaç kısım “Talihsiz Serüvenler Dizisi’ni” anımsattı bana. İşleniş veya konu bakımından kesinlikle değil, sadece her ortamda Aaron’la karşılaşmaktan ötürü. Tabi ki kitabın sonunu okuduğumda her şey rayına oturdu ve ben de düşüncelerim için derin bir hüzün duydum. Alakası yokmuş.

  Ana karakerin bir çocuk olmasının kimseyi yanıltmasını istemem, böyle bir şeyi düşünecek kadar da ön yargılı olunmasını da doğru bulmuyorum ve beni kendisine hayran bıraktığını da söylemekten bir çekince duymuyorum. Olgunluk derecesi o kadar yüksek ki, o kadar sahiplenici, koruyucu ve kollayıcı ki, inatçılığını görmezden çok rahatça gelebiliyorsunuz.

  Manchee var bir de tabi. Onun hakkında fazla şey söylersem, kitap hakkında fazla ayrıntılı bilgi vermiş olacağım ama ona karşı duyduğum sevgi paha biçilemez. Gerçekten böyle bir köpek, böyle bir canlı yok ya, gerçekten yok. Kollarıma almak ve sabahlara kadar sarılmak isterdim ona. Canım.

  Kitabın ortalarını da hızla okuyordum, bir oturuşta üç yüz sayfa rahat okudum ama son kısımların verdiği duygular gerçekten paha biçilemez. Boğazıma sanki bir yumru oturmuş, yutkunuyorum, yutkunuyorum ama geçeceği yerde daha da büyüyor sanki. Böyle bir şey, böyle bir afallama ve şaşırma hissiyatı. Dağıldım ben galiba biraz.

  Devamlı tebessüm etmemin yanı sıra sesli güldüğüm kısımlar da çok oldu. Hani kitap o kadar samimi, cümleler o kadar içten ki dudaklarınız iki yana kıvırmadan maalesef yapamıyorsunuz. Ahım şahım ve donanımlı cümlelere yok, gerek de yok zaten ama o doğallık sizi sımsıkı kavrıyor. Bayılıyorum.

 Savaşlar, cinayetler, ölümler, kadın cinayetleri, katliamlar. Yazar sunmuş: seç, beğen, al. Ben en çok karşılaştıklarımı attım sepetime, kitapta bunlara karşı atfedilen şeyleri de bir kenara yazdım. Bir okuyucu olarak, modern dünyamıza yaptığı atıfları hayranlıkla karşıladığımı söylemem gerekiyor. İnsanın ne kadar vahşi, kibirli ve canavarca bir karaktere sahip olduğunu, kibrinin her şeyi aşıp yok edebileceğini görebiliyoruz. Her şeye sahip olma, her şeye hükmetme arzusuyla öyle bir yanıp tutuşuyor ki önüne çıkan herkesi öldürebilir, intikamını tüm doğadan alabilir. Serinin üçüncü (son) kitabının adı da: İnsan Denen Canavar.

  Kitap bitince sanki çeneme bir yumruk yemişim gibi hissettim ama nedense karnım feci ağrıdı, göz kapaklarım titreşti. İkinci kitabı elimin altında olsaydı hemen başlardım ama maalesef değil. Ayrıca, seni özledim Manchee.

 Alıntılar:

Ve sonra günün birinde Başkan Prentiss tüm kitapları yakmaya karar verdi, tek tek her birini, erkeklerin evindekileri bile, çünkü görünüşe bakılırsa kitaplar da zararlıydı ve aslında uysal bir adam olan ama sınıfta viski içerek sert bir adama dönüşen Bay Royal istifa edip silahıyla intihar etti ve bu da eğitimimin sonu oldu. (s.24)

Yani imkansız bir şey gerçek olmak zorunda. (s.21)

Bugün Bay Fox nefes alamamaktan yakınıyor, eğer bu kadar çok sigara içmeseydi ciddiye alınabilirdi. (s.31)

Ama işte böyle bişey. Ses sestir. Gürültü patırtıdır ve genellikle sesler, düşünceler ve görüntülerden oluşan büyük bi çorba halini alır ve ona dayanarak mantıklı saptamalar yapmak çoğu zaman imkansızdır. (s.47)

“Çünkü bilgi tehlikelidir,” diyor, (s.57)

Her şey ve hiçbi şey. Her şeyi söyleyemiceğin için hiçbi şey söyleyemezsin. (s.59)

Ama bıçak yalnız herhangi bişey diildir, öyle di mi? Bir seçimdir, yaptığınız bir şeydir. Bir bıçak, evet ya da hayır, kes ya da kesme, öl ya da ölme der. Bir bıçak verdiğiniz kararı alıp dünyaya fırlatır ve asla geri dönüşü yoktur. (s.86)

Bugün şans bizimle uğraşma istiyomuş gibi görünmediğinden, ters gidebilecek bişeyler varsa muhtemelen ters gidecektir. (s.91)

Şans sizden yana diilse karşınızdadır. (s.94)

Belki de ölmüyosunuzdur gibi bi bir cümlede kullanılan belki çok da rahatlatıcı diildir herhalde. (s.109)

Kimse senin için bişey yapmıyo. Eğer sen değiştirmezsen hiçbi şey değişmiyo. (s.112)

Yeterince şey bilmezsen dünya çok tehlikeli bir hal alıyor. (s.141)

Eğer bir yer sana uymazsa bir başkasını bulursun. Her yöne sonsuz özgürlük. Dünyada bundan daha kıyak bişey olabilir mi? (s.162)

“Başka kimsesi olmayan iki insanın arkadaş olması her zaman iyidir.” (s.168)

“Buranın lideri falan mısın?” diye soruyorum.
“Falanım, Todd evlat. (...)” (s.176)

Hayır gibi değil, gerçekten öyle ve asık yaşam bu, hiçbir güvence ya da yanıt bulamadan koşmak, hiç durmadan hareket etmek. (s.227)

“Babam her zaman ne derdi biliyo musun, Todd Hewitt?” diyerek bana bakıyor. “Bıçak yannızca onu tutan el kadar iyidir.” (s.255)

Acı çok fazla çok fazla çok fazla ve başım ellerimin arasında ve arkaya doğru sendeliyorum ve ağzım içindeki karanlığın asla bitmeyecek çığlığıyla açılmış. (s.345)

Hayat adil değil.
 Değil işte.
Hiçbir zaman. (s.395)
  
Anlamsızca ve aptalca, üstelik yalnızca dertler, acılar ve size zarar vermek isteyen insanlar var. Hiçbi şeyi ya da kimseyi sevemezsiniz çünkü elinizden alınır yahut mahvedilir ve tek başınıza kalıp sürekli mücadele ederek yalnızca hayatta kalabilmek için sürekli kaçmak zorunda kalırsınız.
Bu hayatta güzel hiçbi şey yok. Hem de hiçbir yerde.
Ne kahrolası anlamı var ki? (s.396)

Savaş insanları canavarlaştırır, dediğini duyuyorum Ben’in.

Bir canavar da bize doğru yaklaşıyor. (s.423)

13 Ocak 2017 Cuma

Katil Orospular (Putas asesinas)
Roberto Bolano
Sayfa Sayısı: 200
Çevirmen: Peral Bayaz
Metis Yayınları
1. Baskı, Şubat 2010, İstanbul
--

Roberto Bolano Şilili bir yazar, Latin Amerika edebiyatının güzide isimlerinden bir tanesi. Kitabı birkaç sene önce aldım ama uzun bir süre boyunca kapağı ve ismiyle bakıştık. Çok iddialı geliyordu ve ben de beğenememekten ötürü bir korku duyuyordum. Kitap, büyük bir dalga gibi beni aşarak ilerledi ve sarsıntı yarattı. Ek olarak, cinsiyetçilikle uzaktan yakından alakası yoktur.

Gezgin şair bir soytarı ama yüzüne dünyanın bütün acıları, bütün kırgınlıkları kazınmış. (s.69)

  Yazarın 13 adet öyküsü yer alıyor ve kitabın adından da anlaşılabileceği gibi, sertler ama aynı oranda da hüzünlüler, en azından ben böyle bir duygu karmaşası içindeydim. Daha çok haykırılmak, seslice ve çığlık çığlığa söylenmek istenen kelimelerin, derinlerimize bir daha hiç yüzeye çıkmamak üzere gömülmesinin çağrışımını yaptı. Sessiz sessiz ağlamak gibi veya.

Artık sıkılacak zaman yok, mutluluk yeryüzünün bir yerlerinde yok oldu, sadece şaşkınlık kaldı. (s.100)

  Hızlı hızlı ilerleyen olaylar veya öykünün bitişinde “vay be, bu neydi ama” tarzı bir tepki vereceğiniz durumlar da yok ama bunu büyülü yapan şey de yazarın kendine has sürükleyici tarzı. Uzun paragrafları okurken dahi yorulmuyorsunuz çünkü kelimeler sizi kendine çekiyor, kaçma şansınız yok.

bunlar sadece gelecekte var olan şeylerdir, en iyisi hiç beklemek çünkü hiçbir zaman gelmez beklenenler. (s.102)

  En beğendiğim üç öykü, Göz Silva, Dönüş ve 1978 Günleri. Göz Silva’ya ilk konumu veriyorum çünkü hem kitabın ilk öyküsü olduğundan, hem de diğerlerinde bunun kadar sarsıntı yaşamadığımdan. Birkaç kısımda gerçekten titrediğimi biliyorum, biraz da kitabı yaşamakla alakalı bu.

Arkadaşı sakinleşmesini söylemiş. Göz ağlarken gülmüş, olur, demiş, telefonu kapatmış. Sonra hüngür hüngür ağlamayı sürdürmüş. (s.26)

  Dönüş’ü beğenmemin nedeni ise bir nekrofili karakter ve yüzleşme sahnesine yer verilmesi. Öykü olduğundan ötürü yüzeysel olarak anlatılmış ama derinlere inildikçe insanları birtakım hastalıklara iten şeylerin nedenlerini, sonuçlarını ve toplum baskısını anlamlandırabiliyoruz, kafa yormak gerek.

Bu öyküyü burada bitirmeliydim, ama yaşam edebiyattan daha acımasız. (s.71)

  1978 Günleri ise bambaşka bir tat yarattı çünkü o son kısımlarda hüznü ve acının içinde boğulabileceğimi biliyordum. Başından aslında bir nevi tahmin de etmiştim, diğer karakter de tahmin etmiş gibiydi ama durdurmak için de hiçbir şey yapmadık. Buna yoğunlaşmak bir yana, karakterlerin psikolojisi üzerinde durmayı daha yararlı buluyorum.

  Roberto Bolano’nun okuduğum ilk kitabı oldu, ama son olmayacağına da eminim. Tavsiye ederim.

Hep böyle olur, artık yapacak bir şey kalmayınca gelir aklımız başımıza. (s.121)

10 Ocak 2017 Salı

Sonsuzluğun Sonu (The End of Eternity)
Isaac Asimov
Sayfa Sayısı: 239
Çeviren(-ler): Yosun Erdemli-Alperen Keleş
Monokl Yayınları
1. Baskı, Aralık 2015, İstanbul
--

Muhteşemdi, fazla muhteşemdi. Isaac Asimov’un dahiyane zekası ve bilim kurgunun birleşimiyle beraber bir süpernovanın içinde gibi hissettim kendimi adeta, başım dönüyor. Son sayfayı okuduktan sonra beynimin ön lobları da hafifçe alev aldı.

  Örneğine rastlanmamış her şey bir diğerini ortaya çıkarıyordu. (s.39)

  27. yüzyılda Sonsuzluk inşa ediliyor ve böylelikle devrim niteliğinde bir olay gerçekleşmiş oluyor. Bir atom bombasının patlaması, toplu katliamların gerçekleşmesi veya bir katilin meydana gelmemesi gibi şeylere küçük dokunuşlarla müdahale ediyor ve olayların akışını değiştirebiliyorlar. Gerçek dünyadan alınan bu insanlar Sonsuzlar olarak adlandırılıyor ve rütbelere göre konumlandırılıyorlar. Bir teknisyen olan Andrew Harlan da en üst konumlardan birine sahip, zamandaki bu değişikleri yapan kişi, bir Teknisyen. Teknisyenler bir nevi soğuk nevale, kimseyle iletişim kurmamaları gerek ve herkes onlardan çekiniyor. Hiçbir dişi varlığın bulunmadığı bir ortamda da duygularından arınmış bir şekilde hayatta kalmaya çalışıyorlar. Ancak Andrew’un Noÿs adı verilen bir kadınla karşılaşması ve ona aşık olmasının ardından olaylar çok farklı yerlere sürükleniyor.

“Sonsuzlukta bile, şimdiki zaman, geçip gidiyor.” (s.99)

  Sakin bir şekilde başladı kitap, bilimle iç içe ama kontrollü, okuyucuyu kavrayarak ilerliyor. Sonra ortalarda daha ne olduğunu anlayamadan kendimi bir akıntının içinde buldum, kurtulamıyordum. Sonlara doğru da zaten art arda bir sürü bomba patladı ve ben de yok oldum. Muazzamdı.

  Herkesin aşırı tepki verdiği polisiye kitapların hiçbirinde şaşırma emaresi göstermedim ama bu kitapta çıldıracak durumdaydım. Öyle bir kavrıyor ki okuyucuyu, böyle sersemleşmeye başlıyorsunuz ve damarlarınızdan kan yerine bir süre sonra adrenalin akmaya başlıyor.

“Zamanda paradoks yoktur, çünkü Zaman paradokslardan kasıtlı olarak kaçınır.” (s.101)

  Andrew Harlan’dan nefret ettim. Biraz düşününce aslında basit karakterlerden hoşlandığımı fark edebiliyorum ama az biraz zeki olmadığında da o karakter benim için "eh" konumunda oluyor. Aynı şey Andrew için de geçerli. Yaklaşımları ve davranışları süper sığ. İlkel Tarih’e ilgi duyuyor, tamam, çok güzel, Sonsuzluk’ta bir Teknisyen ayrıca, harika ama bir bütün olarak bakıldığında irite edici bir karakter.

  Örnek 1 à sayfa 53’te diyor ki: “Bunu sormanız bile anlamsız,” dedi Harlan, öfkesi artıyordu. “Elbiseleri bir teşhircininkine benziyor. (..)”

  Bu cümle, Andrew’ya karşı olan olumsuz düşüncelerimin temelini atmıştır. Kıza karşı hissettiği çekimi böyle bir yöntemle dışavurması kendisini küçültmekten başka bir şeye yaramıyor veya sırf ona karşı duyduğu birtakım şeyler yüzünden böyle konuşması da onu haklı çıkarmıyor.

  Örnek 2 à sayfa 111’de diyor ki: Harlan ani bir şevkle, “Çünkü seni olduğun gibi istiyorum,” dedi. “Tıpkı şimdi olduğun gibi. Değiştirilmeni istemiyorum. Hiçbir şekilde.”

ve:  “Benim için mi, Andrew? Benim için mi?”
  Gözlerini kaldırıp kızınkilere bakamadı. “Hayır, Noÿs, kendim için. Seni kaybetmeye dayanamam.” (s.112)

  İlk okuyuşta gayet tutkulu ve yerinde cümleler gibi görünüyor ama olayın gidişatına göre Andrew’un saplantılı olduğunun bir kanıtı. Kızı Gerçeklik’ten alıp Sonsuzluk’a götürüyor, tek başına bırakıyor, onun sadece kendine ait olmasını vurgulamak için de böyle bir cümle kuruyor ve buram buram obsesiflik kokuyor. Tabi daha sonra öğrendiğimiz bazı şeylerle fikirlerimiz evrim geçirebilir, ama olsun, durum değerlendirmesi işte.

  Fazla uzatmayayım, sayfa 202’te: “Bahsetmemiş miydim?” dedi Harlan ani bir şaşkınlıkla. Bahsetmemiş miydi? Bunun hakkında epey düşünmüştü. Bu konuda hiçbir şey söylememiş miydi?

  Şu an burada yazdığı kadarıyla pek bir şey ifade etmiyor gibi görünüyor ancak Twissell’e o kadar süre boyunca patladı, kızı verin, kazanı düzeltin diye çıkıştı ama sonra da adam afallayınca fark etti ki aslında hiçbir şey söylememiş!

  Bu örnekler çoğaltılabilir. Sadece biraz daha tutarlı ve zeki bir karakter olmasını arzulamıştım ama böyle olması gerektiğinin de farkındayım. Bu kurguya yakışacak karakter zaten Andrew’dan başkası olamazdı, bu kurguyu böyle yapan Andrew’dur. Onun bu sersem ve anlamsız hareketleri olmasa olayların akışı ve pek çok yerde afallayışım olmazdı. Sağ olsun.

  Voy gülümsedi. “İşte bu kulağa kötü geliyor. Ne zaman birisi belirli bir alanda tam bilgi sahibi olmadığını belirterek konuya girse, hemen ardından o alandaki kesin kanaatlerini belirtecek demektir. (s.13)

  Asimov, Zaman Mühendisliği, Zaman Felsefesi gibi kavramları kitapta geçiriyor ve bu benim farklı ufuklara yelken açmamı sağlıyor. Bunlar üzerinde durup düşünürken kalp atışım hızlandı ve farklı şeyler düşlemeye başladım. Bu kısımda zihnimdeki her şeyi buraya dökmem gerek ama... Bir ama geldiğinde bu olumsuzlukla sonuçlanacak demektir, uzatmama gerek yok.

  Kitapta üstüne basılmak istenen bir nokta her olayın sonucu bir başkasının sebebi, bir sebep de diğerlerinin sonucu olduğundan ötürü zamana müdahale etmek o kadar da doğru değil. İnsanlar artık her şeye burunlarını sokmasa iyi olur. Diğer bir kısım da böyle bir şey gerçekleşmesinin getireceği çılgınlıklar silsilesi. 

  Enfesti.

  Sonsuzluğun başlangıcından, Yerkürenin boş olduğu noktaya kadar geçen her zamanın tüm ayrıntılarını saptamak için çalışırız ve bütün olabilirliklerin sonsuz ihtimallerini açıklamaya çalışırız, sonra da olandan daha iyi olan bir olabilirlik seçeriz ve olanı olanilirliğe çevirmek için Zaman içinde nerede çok ufak bir değişim yapmamız gerektiğine kadar veririz ve yeni bir olanımızo lur ve yeni bir olabilir ararız, sonsuza dek ve sonsuza dek, (....) (s.69)

9 Ocak 2017 Pazartesi

Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? (Do Androids Dream of Electric Sheep?)
Philip K. Dick
Sayfa Sayısı: 290
Çevirmen: Mehmet Öztekin
Altıkırkbeş Yayın
--

  Kardan dolayı, malum, okullar tatil edildi ve bu da sınavlara çalışmak yerine kitap okumak anlamına geliyor benim için. Tüm nefretimi ve eğitimin iğrençliği hakkındaki düşüncelerimi daha sonra kusacağım buraya ama şu zamanda sadece carpe diem.

  Bir nükleer felaket olarak gerçekleşen 3. Dünya Savaşı sonrası insanların bir kısmı Mars’a göçmüş, hayvanların soyu tükenme raddesine gelmiş ve Android olarak adlandırılan bazı canlılar türemiş, türetilmiştir. Androidler, neredeyse insana benzerler fakat manevi yön ve empati yönünden yoksunlardır. Ana karakterimiz Rick Deckard da Androidleri emekli etmekle görevli olan bir kelle avcısıdır ve avlaması gereken 6 adet Android piyasada görülmektedir.

“Bir dergi’de tamamen çırılçıplak bir kızın renkli, tam sayfa resmini görüyorsun.”
  “Bu sorunun Android olduğumu mu yoksa lezbiyen olduğumu mu ölçmesi gerekiyor?” Göstergeler hiç oynamamıştı. (s.64)

  Konunun yaratıcılığı zaten baştan sizi içine çekiyor, büyüsüne kapılmadan edemiyorsunuz. Bir kurgu yaratmak başlı başına büyük bir şey fakat bunu işlemek de ayrı özellikler gerektiriyor. Her zerresine kadar yazarın bunu başarmış olduğunu düşünüyorum fakat diğer kitaplarını okumamama karşın Philip K. Dick’in en iyi kitabı olduğunu da pek sanmıyorum. Bittikten sonra tadı damağımda kaldı evet, yine de tam anlamıyla tatmin olamadım. İronik cümlelerle dolu bir paragraf oldu bu da.

  Neyse, kitapta insanlığa yönelik güçlü bir eleştiri de bulunuyor. Gelecek bir kere apaçık ortada, sokakta bir insanı çevirip sorsak dahi silahlarla değil, beyinle yapılacak bir savaş olacağını söyler. Nükleer felaket de bunu destekler nitelikte. O kadar kibirliyiz, o kadar açgözlü ve hırslıyız ki her şeyin, tüm evrenin ve içindekilerin, kendimize ait olduğunu iddia edebiliyoruz. Tüketim çılgınlığı içinde yaşıyoruz ve hiçbir şey umurumuzda bile değil.

  Philip Dick’in sanat konusunda zevkini de takdir etmek gerek. Sanırım Edvard Munch daha bu kadar popülerleşmeden onu kitabının içerisinde geçirmesi, Mozart’tan bahsetmesi ve bu insanların çalışmaları hakkında yorumların geçmesi kalbimi hafifçe tekletti. Özellikle Edvard Munch’un çığlık tablosu hakkında:

Resim, kafatası ters çevrilmiş bir armudu anımsatan, elleri dehşet duygusuyla kulaklarını kapamış, ağzı büyük ve sessiz bir çığlıkla açılmış, tüysüz, sıkıntılı bir yaratığı tasvir ediyordu. Hermafrodit yaratığın çektiği işkence, çığlığının yankısı etrafındaki havayı kaplamış, yaratık kendi haykırışlarının içinde hapsolmuştu. Kendi çığlığını duymamak için kulaklarını kapamıştı. Etrafta kendinden başka kimsenin olmadığı bir köprüde duruyor ve kendi çığlığının getirdiği yalnızlık içinde, ya da o yalnızlığa rağmen haykırıyordu. (s.158)

Mozart acaba geleceğinin olmadığının ve dünyadaki sayılı günlerini bitirdiğinin farkında mıydı? (s.122)

  Kitapta geçen sonuçlardan bir tanesi hayvanların neslinin tükenmesi. O kadar vahim bir durumdalar ki artık bir sineğe sahip olmak için bile paranın çoğunu yatırmalısın. Çünkü çok azlar, yoklar. Elektronik hayvanlar üretmişler fakat neredeyse somut dahi olmayan bir şeye karşı nasıl bir şeyler hissedebilirsin? Acı ama gerçek, hissedemezsin.

Rick, gerçek bir hayvana ne kadar çok ihtiyaç duyduğunu düşündü. (s.57)

  İkinci sonuç ise kendi kendine üreyen Kipple’lar, diğer adıyla çöpler. Örneğin siz dairenizde bir gece çöp bırakıyorsunuz, sabah kalktığınızda evinizde iki katı bir çöple karşılaşıyorsunuz. Ve ilk Kipple yasasına göre Kipple, Kipple olmayan her şeyi yok eder.

“İnsana benzeyen bir robotun herhangi bir makineden farkı yoktur. İnsana yararlı da zararlı da olabilir. Yararlı olduğu durumlar bizi ilgilendirmiyor.” (s.54)

  Geleceği hayal ederken uçan arabalar, robotlar, insana itaat etmekle görevli canlılar düşlüyoruz. Bunları hayal ederken her şeyin bizim kontrolümüzde olmasını düşlediğimiz gerçeğinin korkunçluğu bir yana, aslında bunların realiteden uzak olduğunu da kavramamız gerekiyor. Çünkü büyük bir açlıkla her şeyi sömürürken en sonunda bizim payımıza acıdan başka bir şey düşmeyecek.

  Son olarak, kitap biraz gümbürtüye gitmiş çünkü imla kullanımı, bu kelimeyi kullanmak zorundayım, berbat. Kendi yazılarımda deli gibi önem veririm hata yapmamaya ama kitap okurken ufak yazımsal yanlışları ve noktalama hatalarını dert eden bir insan değilim. Aksilikler elbette olabilir ama bu kitap için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. İlk sayfalarda okumak ve kitabın içine girmek o kadar yorucu oldu ki, artık dahi anlamına gelen –de’yi bitişik gördüğüm anda ufak çaplı krizler geçirdim. Sancılı bir durumdu.
  

Boğucu, her yere nüfuz eden, hükmedici dünya sessizliğiyle baş başa kaldığında; ölümünü, beklenecek ilginç bir olay olarak yeniden düşledi. (s.30)

7 Ocak 2017 Cumartesi

Bulantı (La Nausee) 
Jean-Paul Sartre
Sayfa Sayısı: 260
Çevirmen: Selahattin Hilav
Can Yayınları
31.Baskı, Ekim 2016, İstanbul

--

Saat üç. Bir şey yapmak isterseniz, bu saat ya çok geç ya çok erkendir. (s.32)

  Son bir haftadır sınav stresiyle boğuştuğum için malum, ancak bugün bitirebildim kitabı. Düzenli takipçilerim olmasını bırakayım, bir takipçim bile yok ama buraya karşı özel bir sorumluluk duygusuyla yanıp tutuşuyorum. Uzun bir süre yazı girmediğim zaman içim bir sıkıntıyla dolup taşıyor ve böylelikle hareketlerimde anormallikler görülüyor.

  Kitap muhteşemdi. Kelimelerin birbirleriyle uyumu ve dansı beni büyük bir kaosun içerisine sürüklerken varoluş felsefesiyle ilgili de birtakım fikirlere sahip oldum ve düşüncelerim tekrardan bir takla atarak yeni ufuklara yelken açtı.

Ben geçmişimi nerede saklayacağım? Geçmişinizi cebinizde saklayamazsınız. Onu koyacak bir eviniz olmalı. Gövdemden başka şeyim yok benim. (s.103)

  Kitap, günlük biçiminde yazılmış ve romanın ana karakteri Antoine Roquentin’in dünyaya karşı hissettiği tiksinti anlatılmakta. Yalnız bu tiksinti sadece dış dünyaya yönelik değil, kendi bedenine karşı da etkiyen bir şey. Yapayalnız, kalabalıktan iğrenen, çoğu zaman kendine de tahammül edemeyen, ayrıca gittiği yerdeki her türlü şeyi delicesine bir şekilde gözlemleme saplantısı olan bir karakter ve  Some of These Days şarkısını da ayrıca sıklıkla dinler.

Günce tutmanın tehlikeli yanı budur sanırım. İnsan her şeyi büyütmeye, tetikte durmaya, doğruları durmadan zorlamaya kalkar. (s.15)

  Felsefenin ne olduğunu okudukça daha iyi anlayabiliyorsunuz. Sorgulamalarınız ve farkındalık eşiğiniz artıyor, bir cümleyi sadece bir kere değil, on kere okuyarak iyice sindirmek istiyorsunuz. Öyle bir şekilde yazmış ki Sartre, kendimizden bir parça bulamamak gibi bir yüzde çok az.

“Yalnızdım, ama bir kente yürüyen ordu gibiydim.” (s.91)

  Karakterimiz bir yazar. Kitap günlük şeklinde anlatılıyor fakat o aynı zamanda bir kitap da yazıyor. Yazdığı karaktere kendi içinde birikmiş manevi kirleri ekleyerek bir yandan kurtulmak, kendi benliğinden de kaçmak istiyor. En tuhaf bulduğum şeylerden bir tanesi klasik Rus ve Alman edebiyatından karakterlerini de yazması ve onlardan bahsetmesidir. Gerçekçiliğin sınırını arttırıyor bu.

Ama ya yaşamayı ya da anlatmayı seçmek gerek. (s.67)

  Uzun betimlemeler, ağır cümleler beni ufacık dahi sıkmadı, aksine bunları okumak için yanıp tutuştum. Ağır paragrafların altında bir nebze olsun ezilmedim çünkü onların altında kendimle yüzleştiğimi hissedebiliyorum. Okuduğum ve sindirdiğim kısımları ise tekrar tekrar okudum ve kelimelerin beni silkmesine izin verdim. Fevkaladenin fevkinin de fevkindeydi.

  Karabasanlarda olduğu gibi ta burnumun dibinde. Yutmaya kara vermediğim bir lokmayı güçlükle çiğneyip duruyorum. İnsanlar. İnsanları sevmek gerek. İnsanlar hayranlık duyulacak yaratıklardır. Kusmak istiyorum... ve birden tamam işte. Bulantı. (s.182)

   Yorumları okurken kitabın başlı başına bir bulantı getirdiğini ve sıkıntı verdiğini söyleyen yorumları çok gördüm. Bitirebilenlere yönelik tebrikler yapılmış ve kitabın kendini tekrarlamasına yönelik olumsuz eleştiriler yazılmış. Günce tuttuğum zamanlarda, aynı şey bende de geçerliydi, en ufak şeyleri, en saçma şeyleri yazar, onları büyütürdüm. Yazmak, sorunlarımı hafifletmezdi, üzerinde daha fazla düşünme fırsatı bulduğum için onları katlatırdı.

Farkına varmıştım zaten benim var olmaya hakkım yoktu. Rasgele ortaya çıkmıştım; bir taş, bir bitki, bir mikrop gibi var olup gidiyordum. (s.130)

  Bu kitapta da öyle. Var olan her şeyden tiksinen ve onlardan dolayı bulantı hisseden bir insanın güllük gülistanlık şeyler yazmasını beklemek doğru olmaz. Kendini defalarca kez tekrar edecek, defalarca kez bir dışavurum gerçekleştirecek ki bu tümörden kurtulabilsin. Damarlarının içine işlemiş bu şeyi söküp atamazken onunla savaşması gerekiyor.

Çevirmen, Selahattin Hilav, huzur içinde uyusun. Kitabın son sayfasını bitirdiğim an, kendimin de bittiğini anladım.

Benim, varım, düşünüyorum öyleyse varım, varım çünkü düşünüyorum, peki niçin düşünüyorum? Düşünmek istemiyorum artık; var olmak istemediğimi düşündüğüm için varım, düşünüyorum... (s.153)