Bu Bizim Hikayemiz (This is Our Story)
Ashley Elston
Sayfa Sayısı: 328
Çevirmen: Ezgi Kızmaz
Yabancı Yayınları
1. Baskı, Temmuz 2017, İstanbul
Birbirlerine kardeşten öte bağlılıkları ve yakınlıkları olan bir erkek arkadaş grubu var: Logan, John Micheal, Henry, Grant ve Shep. Delicesine zenginler (küçük bir ayrıntı) ve gittikleri bir av sırasında Grant öldürülüyor. Ortamda başka biri olmadığına göre anlaşılıyor ki Grant'ı öldüren de içlerinden biri. Böylelikle olaylar sarpa sarmaya başlıyor ve Grant ile bir bağı olan, lisede okuyan ancak yarı zamanlı savcılıkta çalışan Kate Marino da bu işe dahil oluyor ve olayları çözmek onun için başka bir anlam kazanıyor.
Kötü bir kitaptı bu. Yazarın gerçekten çok sürükleyici bir yazım tarzının olduğu su götürmez bir gerçek iken geri kalan kısımlar ne yazık ki vasatın çok çok altındaydı.
1.Yazar, karakterlerin özelliklerini yarım yamalak betimlemiş. Ya hiçbir girişimde bulunmayıp direk canlandırma görevini okuyucuya bıraksaydı, ki bence bu harika olurdu, ya da net bir şekilde sunsaydı.
2. Ana karakter resmen atanamamış 'Veronica Mars' idi. Kimi yerde cesurca atlamalarda bulunuyor, kimi yerde de yaptıkları cesurluk ile aptallık arasında gidip geliyor. Birinci ağızdan ilerlemesine karşın karaktere yönelik bir sıcaklık hissedemedim bile.
3. Övgülerden dolayı en sonuna kadar merakla okudum ve sonu koskocaman bir hüsrandı. Katili tam on ikiden vurdum ve bunun nedeni öyle aşırı zeki filan olmam da değildi, sadece klasik polisiye taktiği üzerinden ilerlenmiş. Yenilik sıfır. Şaşırtma sıfır. Orijinallik sıfır. Ayrıca kitap bitince kafamda soru işaretleri de kaldı.
4. Ortalarda yazarın yaptığı atak beni çok etkilemiş ve hem kaliteli bir genç yetişkin kitabı okuyacağım için, hem de insanı dumura uğratacak bir polisiyeyle karşı karşıya olduğum için çok mutluydum. Lakin bu sadece o kısma özgüydü ve sonra kitap hızla düşüşe geçti. Olaylar fazla tesadüfi olmaya, klişeleşmeye, sonu tahmin edilebilir olmaya başladı ve hüsran verici bir şekilde bitti.
5. Bir diğer şey -belki bu spoiler olabilir- katilin öldürme sebebiydi. Kate şizofren çıksa daha mutlu olurdum, veya diğerlerinden biri yapsaydı çünkü sunulan gerekçe bana o kadar da büyük gelmedi. Neyse, velhasılkelam, neden bu kadar beğenildiğini bilmemekle birlikte klasik cümlemi yazıyorum: Belki siz beğenirsiniz
5 Ağustos 2017 Cumartesi
4 Ağustos 2017 Cuma
Vejetaryen
(Chaesikjuuija)
Han Kang
Sayfa Sayısı: 160
Çevirmen: Göksel
Türközü
April Yayıncılık
4.Baskı, Nisan 2017,
İstanbul
Yorum, kitap hakkında
ayrıntılı bilgi içerebilir!
Doğu Asya edebiyatıyla belirgin olarak ilk tanışma
diyebileceğim bir kitap oldu bu, daha önce Kokoloji’yi okumuştum ama o daha çok
bir ‘kendini keşfetme oyunu’ olarak adlandırılabilir. 2016 yılında Man Booker
Ödülü’ne layık görülen bu eser, Güney Koreli bir yazar olan Han Kang’a ait.
Çok rahatsız edici
ve garip bir kitaptı bu, okurken sarsılmamak elde değil. Üç bölüme ayrılmış ve
bir novella çağrışımı yapmasına rağmen bütünleşerek bir roman haline geliyor. Yonğhe
adı verilen bir kadın ve onun akrabaları, ailesi üzerinden ilerliyor. Sıradan
bir kadının, günün birinde bir değişim geçirerek aniden vejetaryen olması, ailenin
tepkileri baz alınıyor ilk bölümde. İkinci ve üçüncü bölümler de ilk kısımdan
yardım alarak daha sembolik bir havaya bürünüyor ve cinsellik, şiddet,
ilişkiler, arzular, saplantılar, yaşam ve ölüm kavramlarını sorgulayarak
ilerliyor.
Yazarın çok hafif ve
duru bir dili var, bu açıdan biraz eksiydi çünkü biraz daha ağır olmasını
isterdim. İlk kısımda Yonğhe’nin ailesinin onun kollarını tutarak yemek
yedirmeye çalışması aile içi şiddetin, baskının can yakıcı bir örneği.
Yonğhe’nin yavaş yavaş değişim geçirmeye başlaması gösteriliyor, kendini
keşfetme yolunda attığı ilk adımlar. İkinci kısım ise daha çok bir geçiş, ara
bölüm gibi. Yonğhe’nin arzularını dışa vurduğu, ruhunu özgür bırakmak istediği,
korkuya karşı baş gösterdiği, düşüncülerini somut eyleme dökündüğü kısım. Üçüncü
kısımda da kendini bulma yolunda iyice kaybolduğunu görüyoruz aslında. Ve ilk
kısımda aile bireylerinin onun kollarından tutup zorla et yedirmeye
çalışmasını, son bölümde hastanedeyken hemşirelerin zorla ona boruyla yemek
vermesi tekrar bizim yüzümüze çarpıyor. Tavsiye ederim.
1 Ağustos 2017 Salı
Türkü Söylüyor Otlar
(The Grass is Singing)
Doris Lessing
Sayfa Sayısı: 240
Çevirmen: Fatma Aylin
Can Yayınları
1. Baskı (?), 1983,
İstanbul
Kitap hakkında ayrıntılı bilgi içerebilir!
Elimdeki baskısı o kadar eski ki, bunu hissetmek beni çok
mutlu ediyor. Hediye olduğunu bilmek de bambaşka zaten. Daha önceki yorumum
kısaltılmış İngilizce versiyonu için yapılmıştı, sonunda orijinalini de okumuş
bulunmaktayım, huzurluyum, mutluyum. Kavuşalı sekiz ay oldu aslında, canım
İngilizce öğretime bu mükemmel hediyesi için de –tekrardan- çok ama çok
teşekkür ederim.
Yazarın harikulade
bir dili var, okumak bu sayede çok akıcı oluyor ve kendinizi tamamen kitabın
içinde bulabiliyorsunuz. Kitap, günümüzdeki adı Zimbabve olarak bilinen
çoğunluğu siyahlardan oluşan ancak yönetme gücü beyazlarda olan Rodezya’da
geçiyor. Mary, sorunlu bir çocukluk yaşamış ve bundan dolayı da erkeklerden
kaçan, evlilikten uzak duran cıvıl cıvıl, hayat dolu ve çekingen bir kadın
olarak karşımıza çıkıyor. Otuzlarına geldiğinde ise bir gün çok yakın olduğu
kız arkadaşlarının onun hakkında dedikodu yaptığını işitiyor. Klasik toplum
baskısı burada çok güzel bir şekilde işleniyor ve Mary bundan ötürü büyük bir
utanç duruyor, hakkında söylenenleri duyduğunda neredeyse yıkılıyor. Sonra da
bu yorumlardan kaçıp kurtulmak için Dick Turner adında, kendisine ilgi gösteren
ilk erkeğin kucağına atlıyor ve uzun yıllar hayatını sürdürdüğü kent hayatından
çiftlik hayatına geçiş yapıyor.
Tabi ki bu geçiş
onun için koskocaman bir yıkım oluyor. Dick, tamamen insanlardan izole bir
hayat sürerken Mary de ne yazık ki ona ayak uydurmak zorunda kalıyor. Aşırı
derecede sıcak havalarda, çatısız bir evde kendini oylamaya çalışırken yavaş yavaş
da delirme raddesine geliyor. Yapacak, oyalanacak hiçbir şey, iletişimde
bulunacak kimse yok çünkü. Evine hizmetçi olarak gelen siyahi adamlarla bir
arada bulmaktan dolayı da ayrı bir iğreniyor, vakit buldukça onlara eziyet
ediyor ve kovuyor. Yavaş yavaş da yıkıma geçiyor tabi ki, ta ki siyahi bir
hizmetçi olan Musa gelene kadar. Bu Mary’nin hem yeni bir başlangıç yapmasını
sağlıyor, hem de sonu oluyor.
Yazarın değindiği
önemli konular ataerkil sistemin kadın üzerinde uyguladığı şiddet, toplum baskısı,
siyah-beyaz ayrımcılığı, ırkçılık ve sömürgecilik. Mary çocukluğunda babasının
tacizine maruz kalarak hayatı boyunca tensel ve duygusal temaslardan var
gücüyle kaçıyor. Toplum baskısına tutulduğu anda da, insanlar onu evlenmeye
zorluyor. Uzun yıllar saklamaya çalıştığı yarası tekrardan kanamaya başlıyor. Bulunduğu
ülke zaten ırkçılığın ve ayrımcılığın hat safhada olduğu bir yer, kentten köy
hayatına düştüğünde de işte kendini her şeyin tam ortasında buluveriyor.
Burada kötü bir
kadın, kötü bir ev sahibi, vahşi ve deli bir kadın olarak adlandırılan Mary
Turner suçlu değil, kurban aslen. Kitabın en sonunda, yazar ataerkil sistemi
bir kez daha gözümüze çarparak, Mary’nin, siyahi olmasına rağmen bir erkek
tarafından öldürülmesini de sarsıcı bir şekilde okuyucuya sunuyor. Betimlemeleri
ve anlatımıyla, özellikle böyle zor bir konuyu bu kadar etkileyici bir şekilde
işlemesiyle Doris Lessing’i sevgi ve hayranlıkla selamlıyorum. Okuma şerefine
eriştiğim için çok gururluyum, bin kez tavsiye ederim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)