31 Ekim 2016 Pazartesi


2016-Ekim Ayında Okuduklarım

1-Locke Lamora’nın Yalanları (Scott Lynch)
2-Genç Werther’ın Acıları (Johann Wolfgang von Goethe)
3-Harry Potter ve Felsefe Taşı (J.K. Rowling)
4-Eleanor&Park (Rainbow Rowell)
5-Zaman Makinesi (H.G. Wells)
6-Satranç (Stefan Zweig)
7-Kıyamete Bir Milyar Yıl (Arkady Strugatsky-Boris Strugatsky)
8-Otostopçunun Galaksi Rehberi (Douglas Adams)
9-Kalevala Destanı 1-25 Runo (Elias Lönnrot)
10- Kalevala Destanı 25-50 Runo (Elias Lönnrot)
11-Deliliğin Dağlarında (H.P. Lovecraft)
12-Beni Asla Bırakma (Kazuo Ishiguro)
13-Yeni Hayat (Orhan Pamuk)
14-Hayvan Çiftliği (George Orwell)
15-Açlık (Knut Hamsun)

30 Ekim 2016 Pazar

Açlık (Sult)
Knut Hamsun
Sayfa Sayısı: 158
Çeviren: Behçet Necatigil
Varlık Yayınları
İstanbul, 37. Basım, Kasım 2015 
**
  Öyleleri vardır ki, ufak tefek şeyler onları yaşatır da sert bir söz onları öldürür. (s.125)

O kadar psikopat, teklikeli ve ürkütücü bir kitaptı ki, bitirdikten bir süre sonra tavana boş boş baktım. Kitabı iliklerime kadar yaşadığımı hissettim, okurken kimi yerde debelendim ve kelimeler beni yorduğundan ötürü belli bir süre kenara koyup dinlenmek zorunda hissettim kendimi.

  Behçet Necatigil’in çevirisiyle okumaya erişmek gerçekten bir lütuf, sadece orijinal dil olan Norveççe’den değil de Almanca’dan çevrilmesiyle bir duraksattı ama tabi ki anlık bir şeydi, kitabı okurken hiçbir yerde yadırgamadım veya söylenmedim.

  Ana karakterimiz, ne adını biliyoruz, ne yaşını, ne de kendisiyle ilgili herhangi bir bilgiyi, bir yazar. Gazetelere yazılar gönderiyor, eğer şanslıysa az buçuk para alabiliyor (genelde şanssız) ve geçimini sağlayabildiği tek şey bir kağıt ve bir kalem. Daha sonra ayrıntılı bir şekilde değineceğim ancak şu an söylemek istediğim ilk kişisel özelliği, gerçekten aşırı onurlu ve gururlu bir adam olması, hatta bu duygular onda hastalık derecesinde yer etmiş. Kitapta, bir yazarın, günler boyunca nasıl açlıkla pençeleştiği anlatılmakta, ve bu öylesine güzel anlatılmış ki, insan bir süre sonra yemeklerden gerçekten tiksinmeye başlıyor.

  “Rasgele bir kalem olsa bunca yol yürümek aklımdan bile geçmezdi,” dedim. “Ama bu kalem için değişir iş, bu başka. Değersiz bir şey gerçi, fakat benim şu yeryüzündeki yerimi aşağı yukarı bu kalem sağladı; hayattaki yerimi, ben adeta ona borçluyum.” (s.20)

  Knut Hamsun, nedendir bilmem, kişisel özellikler olarak bana Lovecraft’ı çağrıştırıyor. Edebiyatta bir yer etmek gibi bir amaç güttüğünü düşünmüyorum, kendisi için yazdığı ve aslında Açlık kitabını bir otobiyografi biçiminde düşünmemizin de makul olacağı kanısındayım, çünkü birebir yaşadığı şeyleri anlatmış, o hisle boğuşmuş yani, insan dehşete düşüyor yemin ederim.

  Knut Hamsun, ayrıca Kristiania’yı, yani günümüzdeki adıyla Oslo’yu kitabın ilk cümlesinde şöyle bir şekilde tanımlıyor: “Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir Kristianaia’da aç açına sürttüğüm günlerdeydi...” Kitabın sonunda sadece yumruk yemekle kalmıyor; aynı zamanda, ağzı burnu parçalanmış, ruhu, her bir şeyi tükenmiş olarak terk ediyor o şehri.
 
  Karakterimiz, aşırı, apaşırı gururlu bir insan, öylesine bir adam ki bu, cebinde beş parası yokken, açlıktan kıvranıyorken, başka fakir insanları düşünebilecek, onlar için eşyalarını satabilecek kadar erdemli birisi. İş görüşmesine giderken pantolonunu temiz görünsün diye tükürüğüyle ıslatıyor ve o durumda bile insanların onun hakkında kötü bir şeyler düşünmesini istemiyor.

  Öylesine bir açlık çekiyor, öylesine kıvranıyor ki, bir yerde hırsızlık yapmamakta, ölmesi pahasına bile çalmamakta da bir o kadar ısrarcı davranıyor, ve bu durumda korkutucu şeyler gerçekleşiyor. Parmağını ısırıyor, kanlar akıyor ve onları emiyor, bu sahnede midemde hafifçe titreşimler hissettim, sanki uçurumdan aşağıya yuvarlanıyordum ve tüm yemeklerden tiksindim, hepsinden. O kadar aç ki, öyle perişan bir durumda ki, bir kasaba gidiyor, köpeği için kemik istiyor ama bilin bakalım ne oluyor, kendisi o kemiği iştahla arka sokakların birinde kemiriyor ve sonra da kusuyor. İçler acısı.

Açlık başıma vurmuş, beni sarhoşa döndürmüştü. (s.50)

  Kitap boyunca gururundan dolayı bir şeyler çalmamakta ısrar ediyor, hatta öyle bir durum yaşanıyor ki şaşıp kaldım. Bir gün yazı yazmak için, eskiden durumunun fena olmadığı günlerde gittiği bir bakkala gidiyor, mum istiyor, ama cepte para yok tabi ki. Düşünüyor, işte rica etsem vermeleri için, zaten önceden de hiç böyle bir şey yapmadığımı biliyorlar diye, ama ağzını açamıyor, tezgahtarla karşılıklı bakışıyorlar, ve tam bu sırada çocuğun gözleri parlıyor, kusura bakmayın vermiştiniz siz parayı diyerek bir de üstüne üstlük paranın üstünü uzatıyor. Şaşkın bakışlarla karakterimiz alıyor ama daha sonrasında vicdanı onu öylesine kemiriyor ki, gidip parayı fakir birisine veriyor ve sonrasında da tezgahtar çocuğa suçunu itiraf ediyor.

  Kendime en yakın hissettiğim, en ince işlenmiş karakterler birisiydi. Çoğu kişi tarafından eleştirilmiş gereksiz olarak adlandırılan gururundan ötürü ancak ben kendimi ona öylesine yakın hissettim ki, karşımda olmasını istedim bir an. Okuduğum en güzel ve modern dünyanın pisliğinden arınmış karakterlerden birisiydi, herkes onun gibi olsa, dünya yaşanılabilir bir yer haline gelirdi ama bir yandan da onun ve onun gibilerin önemi fark edilemeyecek olurdu.

  Misal, şu ifadelerde ne kadar hassas birisi olduğunu görebiliyoruz:

    Ben giderken elini miğferine götürüp selam verdi. Gösterdiği yakınlık bana pek dokunmuştu; param yok, tutup ona bir beş kron veremedim, diye ağladım (s.54)

  Bu adamın gösterdiği dostluk sınırsızdı adeta, ve ben buna saygı göstermek istiyordum. Açlıktan öleyim daha iyi. (s.69)

 Açlıkla boğuştuğu sahnelerde yaşadıkları, o psikolojik durumu, hisleri, düşünceleri de ayrıca mükemmel bir şekilde anlatılmıştı:  Alnımı bile bile sokak fenerlerine çarpıyor, tırnaklarımı avuçlarıma batırıyor, düzgün konuşamadım mı, öfkemden kudurarak dilimi ısırıyor, canım yandıkça, deliler gibi gülüyordum. (s.75)

  İlk başlarda Tanrı’dan yardım istiyor, ona yalvarıyor, bana yardım edeceğini biliyorum, moduna dönüyor ve zaman ilerledikçe, gün geçtikçe fikirlerinin evrildiğini görebiliyoruz. Yaratıcıya inanıyor, onu reddetmiyor ama adaletine inanmıyor, ona hakaretler ediyor ve bu durumda da karakterimiz bazı şeyleri sorguluyor. Bu kadar merhametliyse, kendi parmağını kemirirken neredeydi? O kadar acı çekerken neredeydi? Tanrı’ya kustuğu nefreti görebiliyoruz, bu soruların ardından görebiliyoruz.

  Nem eksikti benim? Tanrı beni mi göstermişti? Neden bir başkasını değil de beni? İlle gösterecekse niçin Güney Amerika’da bir adam gösterilmiyordu? (s.21)

   Kanapede oturmuş, bütün bunları düşünüyor, sürüp giden eziyetleri yüzünden Tanrı’ya gittikçe daha çok hırslanıyordum. Istırap çektirmekle, karşıma engel üstüne engel çıkarmakla beni kendisine yaklaştıracağını, yola getireceğini sanıyorsa aldanıyordu; (s.22)

    Ayrıca Knut Hamsun’un İstanbul’a geldiği, hatta bununla ilgili bir kitabı da olduğundan bahsetmek istiyorum, onu da en kısa zamanda okumayı arzuluyorum. Bkz: İstanbul’da İki İskandinav Seyyah

  Bunu söylememin nedeni ise kitapta İzmir’in bahsi geçmeseydi, bir an şaşırdığım doğrudur.

  “Hey, biraz dikkatli olun!” dedim yüksek sesle. “İçinde çok değerli iki vazo var; paket İzmir’e gidecek.” (s.34)

  Knut Hamsun, şüphesiz, en eşsiz ve en kendisine özgü yazarlardan bir tanesi. Açlık romanıyla o duyguları öylesine bir üslupla anlatmış ki uzun süre midenizin kitleneceği veya yemeklerden tiksinecek duruma gelmeniz pek şaşırtıcı olmayacaktır.



29 Ekim 2016 Cumartesi

Hayvan Çiftliği (Animal Farm)
George Orwell
Sayfa Sayısı: 152
Çeviren: Celal Üster
Can Yayınları
İstanbul, Ocak 2016, 45. Basım
**

  Son zamanlarda beğeneceğimi okumadan hissettiğim kitapları tercih ediyorum, ve şu ana kadar hiçbirinde hayal kırıklığına uğramadım. Bunu baştan hissetmek ne kitabın değerini azaltıyor, ne de merak duygusunu eksiltiyor. Aksine olayları merak ettiğim için daha da sıkı, sımsıkı bağlanıyorum onlara. George Orwell okumak için de içimdeki merak duygusu kabardıkça kabarmış, ilk fırsatta bir kitabını alıvermiştim. Bu da Hayvan Çiftliği oldu tabi ki, hem konusu ve hem de sayfa sayısının azlığı nedeniyle başlangıç için fena bir kitap olmayacağı kanısına vardım.

  Okuduğum en ilginç kitaplardan birisiydi. Bir kere yazarın zekasına hayran kalmamak elde değil, saygıyla selamlıyorum bundan dolayı kendisini. Eleştiriyi böyle bir yöntemle yapmak, kitabın su gibi akıp gitmesi, içine oturtulmuş ince ama derin anlamlarla dolu, dopdolu ve zengin bir kitap halini almasından ötürü okuyucunun büyülenmesi kaçınılmaz hale gelmiş.

  Bay Jones, bir çiftlik sahibi ve orada yaşayan bazı hayvanlar var. Hayvanlar, yaşadıkları yaşam koşullarından rahatsızlık duyuyor, Koca Reis denilen bir domuzun da bu fikri vererek tetiklemesiyle bir isyan başlatarak Bay Jones ve yandaşlarının elinden çiftliği alarak kendi düzenlerini kuruyorlar. Başlarda her şey kusursuz; eşitlik, adalet hakim, artık yedikleri ürünler daha bol, daha şanslı gibiler ama sonrasında, en zeki olarak adlandırılan takım, domuzlar, yönetimi ele geçirerek zamanla Bay Jones’un yanlarında melek gibi kalabileceği bir düzen kuruyor, hayvanlar için cehennem de işte o zaman başlamış oluyor.

  Özgürlüklerini savunamayanların ödedikleri bedel ağırdır. Özgürlük, değerli olduğu ölçüde kırılgandır da... (s.15-Celal Üster)

  Yavaş yavaş her konuya değinmek istiyorum ama önceliği sürü psikolojisi ve sorgulamaya vereceğim. Kitaptaki neredeyse her ayrıntı üzerinde düşünülmüş ve biz de okurken bunları değerlendirerek kapıları yavaş yavaş açabiliyor ve anlamlandırabiliyoruz bazı şeyleri. Koyunların, domuzlara itaatlerini belirtmek için devamlı mee-mee sesleri çıkartıp o klişe cümleyi (DÖRT AYAK İYİ, İKİ AYAK KÖTÜ) söylemeleri aslında gerçekte de kullanılmakta olan koyun sürüsü tabirini önümüze sunuyor. O ne derse, doğrudur; ne yapsa, doğrudur; ne söylese, haklıdır ve eğer sen ona karşı çıkacak olursan, ayvayı yedin.

  Bu dünyada açlık ve yokluk içinde yaşıyorlardı; başka bir yerlerde daha iyi bir dünyanın bulunmasından daha doğru, daha anlaşılır ne olabilirdi? (s.128)

  Zamanla kuralların değişmesi olayı var ayrıca. Gözlerinin önünde, değişiyor, farklılaşıyor, farkındalar ama görmemezlikten geliyorlar, yanlış hatırlamaya getiriyorlar olayı çünkü işlerine ancak bu geliyor. Sorgulamalardan, düşünmekten milyarlarca ışık yılı uzaktalar. Bu da bir nevi toplum baskısının, dayatmanın sonucu, onlara da suçu atmak, kolaya kaçmak istemiyorum çünkü, baskı, kocaman bir insan ırkını paçavra gibi atmak için en etkili yöntemdir, her şeyi mahvedebilir, her şeyi yok edebilir.

  İşte, yoldaşlar, tüm sorunlarımızın yanıtı burada. Tek bir sözcükte özetlenebilir: İnsan. Tek gerçek düşmanımız İnsan’dır. İnsan’ı ortadan kaldırın, açlığın ve köle gibi çalışmanın temelindeki neden de sonsuza dek silinecektir yeryüzünden. (s.24)

  Tehlikeli bir kitap, gerçekten öyle. 1945 yılında basılmış ama günümüz ile olan benzerlikleri ürkütücü. Bu gelecek miydi, var olanın devamı mıydı yoksa? Aslında anlatılanlar çok tanıdık, aşırı hem de. Günümüz Türkiyesi ve kitap. Okuyup analiz edince, hatta analize bile gerek yok, direkt, doğrudan bir şekilde yüzümüze çarpılmış gerçekler. Tabi biliyoruz ki, bakmakla görmek aynı şey değildir.

Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir. (s.141)

  Yazıldığı dönemde Sovyetler Birliği’ne ithaf olmuş bir kitap, önceden bu bilgileri bilebilmek okurken algımızın daha da açık olmasını sağlıyor ve taşı gediğine oturmak terimi sanırım burada devreye giriyor. Sonradan öğrendiğim bilgilere göre:

  Bay Jones: Son Rus Çarı
  Koca Reis: (devrimin ilk tohumlarını atan kişi)  Karl Marx
  Boxer: (devamlı, devamlı çalışan bir at) işçi
  Snowball: (Stalin’e muhalifliği nedeniyle kovulan kişi)  Troçki
  Napolyon: (iktidarı ele geçirip kendi halkına zulmeden bir domuz)  Stalin
  Squealer: (tüm hayvanlara kendini dinletebilen, devamlı yalan söyleyen bir domuz) Pravada gazetesi
 Fredericks: Hitler’in romandaki karşılığı
  Moses: (devamlı öyküler, ve toz pembe hayallerle dolu bir kişilik)  Kilise veya din

  Muhteşem, gerçekten öyle. Kitaptaki hiçbir karakter öylesine yazılmış değil, hiçbir söz boşa söylenmiş değil. Hepsi birçok şeyi temsil ediyor, birçok şeyi simgeliyor. Özellikle Moses’ın verdiği, yani ona ithaf edilen anlam beni şoka uğrattı.

  Snowball, “Bak yoldaş,” demişti, “Senin onsuz edemediğin kurdele, köleliğin simgesidir. Özgürlüğün kurdelelerden çok daha değerli olduğunu kafan almıyor mu?” (s.31)

  Okuduğum bir yorumla farkına vardığım üzere sadece bir komünizm eleştirisi yok, aynı zamanda kapitalizm eleştirisi de var, iki taraf da savunulmuyor aslında ve bir paradoks izlenimi veriyor bana. Hangisinin doğru olduğunu veya birisine doğru kelimesini yapıştırmak maalesef çok zor.

   Tanrı bana sinekleri kovayım diye bir kuyruk vermiş; ama keşke sinekler de olmasaydı, kuyruğum da. (s.20)

  Pek çok şeyin de aslında insanın zorbalığından, kötülüğünden ve vahşetinden kaynaklandığı gün gibi açık. Kendini dünyanın efendisi, her şeyin sahibi olarak görüyor, en küçücük şeyin bile kendisine ait olduğunu iddia ediyor. Doymak bilmeyen bir açgözlülük ve hırsla sarılı çünkü. Tarihteki soykırımlar, Kızılderililere uygulananlar, Şef Seattle’ın mektubunu okuduğumuzda işte bize dediği gibi: Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.

  İnsan üretmeden tüketen tek yaratıktır. Süt vermez, yumurta yumurtlamaz, sabanı çekecek gücü yoktur, tavşan yakalayacak kadar hızlı koşamaz. Gene de tüm hayvanların efendisidir. (s.24)

  İnsanoğlu, kendinden başka hiçbir yaratığın çıkarını gözetmez. (s.26)

  Bu tarz kitapları birkaç senede bir yeniden okumak lazım ki, sarsılalım, silkinelim, kendimize gelelim ve modern dünyanın ne kadar rezil bir yer olduğunun farkına varabilelim, unutmayalım, bakmakla görmek aynı şey değildir.

  

28 Ekim 2016 Cuma


Yeni Hayat
Orhan Pamuk
Sayfa Sayısı: 247
Yapı Kredi Yayınları
3. Baskı, Haziran 2015, İstanbul
**

Kitap hakkında ayrıntılı bilgi içerebilir!

Bu hafta dil ve anlatım dersinde anlatımın özelliklerini işledik. Bir yazıyı çekici kılan unsurlardan bahsetmiştik ve az önce aklıma bir anda Yeni Hayat’ı bu koşullara göre değerlendirmek geldi. Hocamız, “Bir kitaba yapıştıysanız, heyecanla okuyorsanız, sonunu hızla getirmek, yalayıp yutmak istiyorsunanız, kitapta devamlı gizem havası hakimse ve sonuna kadar, son cümleye kadar merakla dolup taşıyorsanız eğer,”, demişti, “o kitap gerçekten sürükleyicidir ve sizin, kendisini bitirmesini bekliyordur.”

Kitaplar, bende bir konuşma dürtüsü uyandırıyorlarsa, daha çok kafamın içinde kendi aralarında yapıyorlardı bu işi. (s.205)

    Kitabı bitirdiğimde üzerime çöken o afallamışlık hissini fırlatıp atma şansım olsaydı, hiç düşünmeden yapardım bunu çünkü kendimi fena halde dağılmış hissediyorum; ama diğer bir yandan da, sonsuza kadar benim bir parçam olacak olsa tek kelime etmezdim. Öylesine tuhaf, öylesine güzel, öylesine şiirsel ve ince, can yakıcı bir kitaptı ki okuduğum her cümleyi iliklerime kadar hissettim, adeta yaşadım.

  Kitabın bana açtığı yeni dünya o kadar yabancı, o kadar tuhaf ve şaşırtıcıydı ki, bu alemin içine bütünüyle gömülmemek için şimdiki zamanla ilgili bir şeyler hissetme telaşı duyuyordum. Başımı kitaptan kaldırıp odama, dolabıma, yatağıma bakarsam ve penceremden dışarıya bir göz atarsam, dünyayı bıraktığım gibi bulamayacağım korkusu içime yerleşiyordu çünkü. (s.8) 

  Kitapta pek çok şey iç içe, onlarca kümeden oluşuyor gibi, ve hepsini kapsayan büyük bir küme daha var ve bundan dolayı içine girmek için cümlelerle adeta aşk yaşamanız ve birbirinizi hissetmeniz gerekiyor, aksi takdirde anlamlandırmak zor olabilir.

 Okursan eğlenirsin, inanırsan hayatın kayar. (s.27)

  Kitabın ilk cümlesinin, gelmiş geçmiş en güzel başlangıçlardan biri olduğunu rahatlıkla  söyleyebilirim. Öyle bir tümceyle karşılaşınca zaten ister istemez tüyleriniz diken diken oluyor ve bu kitaptan da aynı duygusu hissettirmesini bekliyorsunuz, o tecrübeyi bir de siz yaşamak istiyorsunuz: “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.”

    Bitmek bilmeyen bir arayış ve bir yolculuk var, devamlı bir şeylerin peşindeyiz, arıyoruz, tarıyoruz, ulaşmak istiyoruz ve arayışlar kısımlarında da Orhan Pamuk’un güzelim gözlemleri bizi kavrıyor. Otobüs yolcukları sırasında, mola yerlerinde, oralarda buralarda analizlerini ince ince sunuyor bize, ve belki gözden kaçırdığımız küçük detayların farkına varıyoruz. Ucuz filmler ve çorbalar ve onlar, şunlar, bunlar. Aslında sanırım bulmak gibi bir amaç güdülmüyor bize, temel felsefe aramak üzerine kurulmuş olabilir.

  Bu otobüsler insanı istediği yere en sonunda götürür. Otobüslere inanıyorum. (s.62)

  Talih diye okumuştum bir yerde, kör değil cahildir. Talih diye düşündüm, istatistiği ve olasılığı bilmeyenlerin tesellisidir. (s.52)

 Osman, tesadüfen karşılaştığı kızın elinde bir kitap görüyor ve o kitabı bulabilmek için sahafları geziyor. Kitabı buluyor, okuyor, okuyor ve kitaba delicesine bağlanıyor, hatta kitaptan o kadar çok etkileniyor ki, kitabı bir de yazıya döküp kendisi (aynısını) defalarca kez yazıp yazıp duruyor. Varı yoğu bu kitap oluyor sanki. Kitabın sunduğu yeni hayatı bulmak için arayışlara girişiyor, artık bu hayatı onu tatmin etmiyor çünkü erişmek istediği bir sınır var, o olmadan hiçbir şekilde yaşamın güzelliğini tadamayacak.  

  İnsan düşündüğünün, yaptığını sandığının tam tersini yapar çoğu zaman. O ülkeye giderken kendine dönersin, kitabı okuyorum sanırken yeniden yazarsın, yardım ediyorum derken yaralarsın... İnsanların çoğu aslında ne yeni bir hayat isterler, ne de yeni bir dünya. Bu yüzden kitabın yazarını öldürürler. (s.63)

  Canan var bir de, ona aşık oluyor, elindeki kitapla gördüğü kız. İkinci bölüm de şöyle başlıyor zaten: “Ertesi gün aşık oldum. Aşk, kitaptan yüzüme fışkıran ışık kadar sarsıcıydı ve hayatımın çoktan yoldan çıkmış olduğunu bana bütün ağırlığıyla kanıtladı.”

Aşk birisine şiddetle sarılma, onunla aynı yerde olma özlemidir. Onu kucaklayarak, bütün dünyayı dışarıda bırakma arzusudur. İnsanın ruhuna güvenli bir sığınak bulma özlemidir. (s.206)

  Yine de kitap hakkında pek fazla bilgi yok, hatta hiç yok da denebilir. Çünkü yukarılarda bahsettiğim gibi sanırım amaç, kitabı tanımak değil, kitabın ait olduğu ülkeyi bulmak, oraya ulaşmak ve arayışlar silsilesi, ve sanırım bir yerde anladığımız kadarıyla da ölüm üzerine bir kovalamaca. Kitap yüzünden aşık oluyor, onun yüzünden katil oluyor, onun yüzünden arayışlara girişiyor ve onun yüzünden, tam hayatını oturttuğunu zannederken her şey tepetaklak oluyor.

“Çocukken, okumak bana, ilerde günün birinde, bütün öbür mesleklere birer başladığı sırada, insanın üzerine alacağı bir meslek gibi görünürdü.” (s.191)

 Bir de Canan var tabi, kitabın en can alıcı noktalarından birisi olabilir bu. Kitap yüzünden bütün her şeye girişiyor tabi ki ama bunları sanırsam onun uğruna yapıyor. Öylesine, delicesine aşık ki Canan’a, gözü hiçbir şeyi, hiç kimseyi görmüyor. Bunu sağlayan şey belli bir noktada kitap olabilir ama ona olan hislerinin ışığında katil oluyor, onun için hissettiği kıskançlık duygusundan ötürü veya.

  Varolmak sana sarılmaktır. (s.146) 

  Canan olduğunu en son aldığı vişne rengi basma elbisesinden, hayır, yalnız ondan değil, yürüyüşünden, duruşundan, inceliğinden, zarafetinden, hayır, kalbimin atışlarından anladım. (s.119)

  Yeni hayata gidecek olan yol Canan’dan geçiyorsa, ve Canan da ulaşılmazsa, dokunulmazsa, elde edilemezse, yeni hayatın derin sulara gömülmekten ve arayışın daha fazla öteye gidememekten başka bir seçeneği yok. Kitapta geçen Mehmet’in aynı zamanda Osman’la, yani ana karakterimizle aynı kişi olduğunu öğrenmek, sonrasında Osman’ın Mehmet’i vuruduğu sırada aslında kendi benliğine bir silah çektiğini görmek ve kendini paramparça ettiğine, ölümün kuyusunu kendi elleriyle yazdığına şahit olmak gerçekten kurgunun muazzamlığını önüme sunuverdi.

  Tabancamı çekip narin tenini delik deşik etmekle, onun en iyi arkadaşı, sıradaşı, kaderdaşı olmak arasında bir kararsızlık geçirdim. (s.156)

  Ben bir zamanlar başka biriydim, o başka biri de ben olmak isterdi. (s.54)

Bazı yerlerde eleştiriler görüyorum, öz eleştiriler, ülkemizde yıllar geçtikçe patlayan şeyler. Gençliğinde gayet güzel otobüs yolculukları yapabilirken ilerleyen vakitlerinde ortaya çıkan PKK, demiryolu ile ilgili devletin yanlış siyasetleri ve insanların sömürülmesi üzerine bir takım şeyler. Doğu-Batı çatışması ve gün geçtikçe insanların sefilleşmesi, çok hafif gelse de fark ettirilecek derecede bizlere sunuluyor kitapta.

“Kütahya’dan kalkan tren, Uşak’a gitmek için neden Afyon’dan geçer?”

(..)
  “Devlet, demiryolu siyasetini ne yazık ki terk ettiğinden.” (s.222)

Başka işlerden de hoşlanabilirdi. Evet, o işler, ekmek parası getirseydi onları da yapabilirdi. Sözgelimi dünyaya bakmak, gerçek anlamıyla görerek bakmak da çok zevkli bir şeydi. (s.181)

Kısaca: Kendimi başkalarından ayırmak, herkesinkinden daha başka bir amacı olan özel biri olarak görmek istemiştim. Bu da buralarda affedilecek bir suç değildir. (s.242)

  Ayrıca bir de Celal Salik durumu var. Kitapta, birkaç yerde, intihar eden bir köşe yazarı olduğundan bahsediliyor. Ben de şöyle arattım internette, kimmiş acaba diye ve gördüm ki, bu şahıs, Celal Salik, Orhan Pamuk’un Kara Kitap romanından bir karaktermiş! Kitapları arasında böyle köprüler ve bağlantılar kurabilmesi de küçümsenemeyecek kadar müthiş bir ayrıntı bence.

Büyük uygarlıkların yıkılışı ve hafızaların çöküşüyle birlikte ahlaksızlığa ilk kapılanlar çocuklar olurlarmış. Onlar eskiyi daha çabuk ve acısız unutur, yeniyi daha çabuk düşlerlermiş. (s.109)

Hiçbir şey, her şeyi unutabilmenin verdiği huzurdan daha değerli olamaz. (s.172)

       Şunu da es geçmemek istiyorum aslında, yazmazsam içimde kalacak çünkü. Orhan Pamuk hakkında devamlı ama devamlı Nobel’i hak etmediği, vatan haini olduğu tarzında söylemler duydum. Elbette herkesin kendi görüşü, ama bunları daha tazecik beyinlere empoze etmek, ne bileyim, vahşet. Orta okuldayken edebiyat ve tarih öğretmenlerim, lisede karşılaştığım yine benzer kişilikler ve hakkındaki birtakım olumsuz söylemlerden  dolayı bakış açımı negatif yönde etkiledi. Okumayın sakın, veya, okuduktan sonra nefret dolun tarzı söylemler doğrudan olmasa da imayla söylendi ve bunlar bir insana söylenebilecek gelmiş geçmiş en kötü sözlerden birisidir. Kitapları hakkında doğru düzgün yorum yapmak bile mümkün olamıyor çünkü devamlı yok işte şunu şöyle yapmış, şu sözü şöyle kullanmış tarzında basitçe karşılıklar alıyorsunuz, gerçekten çok üzücü.

  Orhan Pamuk, gerçekten kaliteli bir yazar. Kitabında kullandığı ayrıntılar oldukça önemli ve pek takılmadan üzerinden atladığımız noktalarla ileride bize engel kurup ters köşe yapabiliyor, olduğumuz yerde kalakalıyoruz, bariyere çarpıp yere düşüyoruz. Bu kadar nefret ve hakaret hedefi olması, bunların üstüne üstlük okullarda öğrencilere dayatılması, maalesef insanın içini burkuyor, burada söylemek istemediğim gerçekleri yüzümüze çarpıyor.

   Kitaplar hakkında da olumsuz yorum yapmayı pek sevmiyorum çünkü bir kişinin zevkiyle, ötekisininki aynı olacak diye bir kural yok. Lakin yorumu okuyan kişi ister istemez yazıdan etkileniyor, ve üstüne üstlük, yazıda gerçekten küçümseyen sözler varsa rafların en arkasına tozlanmak üzere itiliyor. Yapmayın, çok merak ettiğiniz bir kitabı sırf birileri kötü şeyler söylüyor diye boş yere kenara itmeyin, zevkler renkler tartışılmaz bir kere ki.
  

  Yeni Hayat’ı bir daha okuyacağım ve bir daha ve bir daha, bir daha, defalarca kez okuyacağım, iyice sindirmem, hazmetmem çok uzun zaman alacağa benziyor çünkü.

25 Ekim 2016 Salı


Beni Asla Bırakma (Never Let Me Go)
Kazuo Ishiguro
Çeviren: Mine Haydaroğlu
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
Sayfa Sayısı: 271
İstanbul, Eylül 2016, 12. Baskı

**
Defalarca kez bakıştıktan sonra bir gün alıp okumaya başlarsınız. Bilirsiniz, belki de bilmenize kalmadan hisleriniz size yardımcı olur ve okuduğunuz kitabın mükemmel bir kitap olmadığını anlarsınız. Hatta bakarsınız, olumsuz yorumları görürsünüz ve bir anda moraliniz yerle bir olur, uzun günler ardına itiliverilir. Ama işte o bir gün gelince de okumanızı engelleyecek hiçbir engel kalmaz karşınızda, sadece zamanlama meselesi sanırım.

  2 sene boyunca bakıştım Beni Asla Bırakma ile, karşılıklı etkileşim için uzun bir süre olduğu kanısına vardım daha sonra. O zamanlarda lise sınavına hazırlanıyordum, (aradan uzun yıllar geçmiş gibi söyledim ama peh, sadece 2 sene öncesi) ve tesadüf eseri bir kurs çıkışında, kitapçıda karşılaştım. Başından beri, elime almadan önce de bir aşk kitabı olmadığını biliyordum, mükemmel bir kitap olmadığını da biliyordum ama beni bir şekilde etkileyeceğini de hissetmiştim.

Sanırım gerçek şu ki, o yaşlarda çoğu çocuk böyle yapar; belirli bir nedeniniz yoktur, sadece yaparsınız aklınıza geleni. Yaparsınız, çünkü güldüreceğini sanırsınız ya da bir tepki yaratacak mı diye merak edersiniz. Daha sonra yaptıklarınızı açıklamanız istendiğinde hiçbir manası yokmuş gibi gelir. (s.26)

  Kitap türü bakımından bilim kurgu ve distopya şeklinde adlandırılabilir. Adı Beni Asla Bırakma ama bu kitabın içindeki bir başka şey ile bağdaşıyor, türünün romantik olduğu söylenemez. Birinci ağızdan anlatılıyor ve anlatıcımız, Kathy H. Yatılı ve sadece özel çocuklar için hazırlanmış olan bir okulda yetişiyor Kathy. Oradaki öğrencilerin hiçbiri Hailsham’dan önceki yaşamlarını veya dış dünyayı hatırlamıyorlar. Özel eğitmenler tarafından yetiştiriliyor ve ileriki yaşamları için hazırlanıyorlar. Sonsuza kadar Hailsham’da kalmayacaklar çünkü, gerçek dünyaya adım atacaklar ve kendileri için hazırlanmış görevi yerine getirecekler, kaderleri çok önceden yazılmış, seçim şansları yok.  Sonrasında ise bazı sorgulamalar başlıyor ve böylece akıp gidiyor kitap.

  Durgun kitaplar pek sevilmez genelde, hareketlilik istenir ama ben bu işleyişe bitiyorum işte. Ana karakterin ağzından anlatılan olaylar silsilesi beni en çok etkileyen kitaplardan oluyor, yavaş yavaş ve sakince. Yazar kitapta bir yerde dan diye sizi şok edecek bir şey yapmıyor, kitap bitince bazen boşlukta kalmış gibi hissedebiliyorsunuz, devamı nerede ya? durumuna dönüşebiliyor, ama benim yüzümde sadece bir tebessüm oluşuyor böyle zamanlarda, azıcık da göğsümde bir sızı, bu gerçekten oluyor, kasıldığımı hissedebiliyorum.

Dedi ki, yaratıcı olmak istemiyorsam, eğer gerçekten böyle hissediyorsam, bunda hiç sorun yokmuş. Bunda yanlış bir şey yok, dedi. (s.30)

  Bu kitapta da öyle oldu işte. Mükemmel bir kitap mı? Hayır, değil. Çok mu harika bir kurgusu var? Hayır, yok. İnsanı aşırı sarsıcı ve yerinden oynatıcı mı? Maalesef. Berrak ve duru bir su düşünün, onun kadar durgun, onun kadar sade. Geçmişi anlatıyor Kathy, anlatıyor, anlatıyor sonra dönüyor günümüze ve sorgulamalardan, gerçeklerden bahsediyor –ki gerçekler çok acıtır biliriz.

Çok yazık Kath, çünkü birbirimizi bütün hayatımız boyunca sevdik. Ama sonuçta, sonsuza kadar birlikte olamayız. (s.267)

  Daha güzel bir distopya yaratılabilirdi belki, belki karakterler daha özenli olurdu, belki daha sarsıcı ve ayakları yere basan bir kitap olabilirdi ama yazarın ne bileyim, bunu amaçladığını sanmıyorum ben. Kitabı okurken hiçbir yerde yazarın bizi hırpalayacağını veya silkeceğini düşünmedim. Başından, anlatıştan anlamıştım zaten. Belki bu kadar övgü abartı olabilir bu kitap için ama açıkçası bu kısmı pek takmıyorum, bana hissettirdiklerine odaklanıyorum daha çok.

  Mutlu son yok kitapta, sonlar nasıl mutlu olabilir ki zaten diye bir kalıp vardı, çoğu zaman karşılaşırız bu sözle. Mutlu sayılan sonlar sanırım devamı gelmediği için böyle bir tahta oturtuluyorlar. Bir döngüye girip sonsuza kadar yerlerinde sekmek ve belki de bunu zerre umursamadıkları için. Beni Asla Bırakma’nın son sayfasını okurken gözlerimin nemlendiğini hissettim ve midem kasıldı. Olması gereken son buydu, elbette başka alternatifim veya sona sitem ettiğim de yok, memnunum ama demek istediğim, geriye kalan karakterin hayatı devam edecek ve onun girdiği döngü huzur veya mutluluk içermeyecek.

her birimizin korkuları ve istekleriyle yüzleşmeye kaçtığı, hiç yoktan yaratılmış küçük özel köşeler. Ama bu tür duygulara sahip olmak o dönemde bize yanlış geliyordu; kendimizi hayal kırıklığına uğratabileceğimizi hissediyorduk. (s.77)

  Başlarda Tommy’i yadırgadım. Sonuçta insanlar onunla çok dalga geçiyordu, ama bu o kadar da ciddiye alınıp sinir krizi geçirtecek bir konu değildi diye düşündüm, çok kereler düşündüm bunu ama zorbalığı hepimiz biliriz. Özellikle çocukların yetişkinlerden daha acımasız olduğu gerçeği var bir de, Sineklerin Tanrısı’nda çok güzel değinilmişti buna. Zorbalığı biz tahmin edemeyiz, ortada ufacık denebilecek bile bir şey olsa bile, onun bir insanın üzerinde ne gibi yaralar açıp onu nasıl da kanatacağına dair ufacık bir fikrimiz yoktur. Geçenlerde kollarımda ağlayan en yakın arkadaşım gibi, diğerleri fark etmiyor bunu ama ben anlıyorum, anlayabiliyorum canının ne kadar yandığını veya daha adını bilmediğim diğer insanlar gibi, insanların üzerinde açılan, bizim küçümsediğimiz yaraların onları ölüme kadar götüreceğine dair bir fikrimiz yok bence, ve olamayacak da, atıp tutmak ve linç kültürü en sevdiğimiz şeyler olduğundandır belki, kim bilir.

“Yanından geçip giderken eleştirmek kolay,”dedim.
“Dünyadaki en kolay şey,” dedi Tommy. (s.216)

  Eleştirdiği şeyleri de anlıyorum bir nevi yazarın. İnsanların tatminsiz ve bencil canlılar olduğu, kendi yaşamları uğruna her şeyi feda edebilecekleri ve hiçbir şeyi umursamadıklarını ifade ediyor. İnsanoğlu o kadar korkunç bir şey ki, sırf kendi uğruna her şeyi sömürgeleştirebilir.

Daha bilimsel, verimli bir dünya, evet. Eskiden beri var olan hastalıklara çareler bulan bir dünya. Çok iyi. Ama aynı zamanda katı, zalim bir dünya. (s.256)

  En sevdiğim kitap olmadı, beni en çok etkileyen kitap da. Ama midemdeki kasılmaları, duygularımın çırpınışlarını her şeyden daha çok hissettim, hıçkıra hıçkıra ağlamadım ama hafifçe nemlenen fakat akmamakta direnen gözyaşlarımın orada olduğunu biliyordum. Ve sadece bu kadarcık şey, bana tüm duyguları yaşatmaya yetti. 

-(spoiler)-

Geçen gün hatıraların, hatta en değerli hatıraların bile ne kadar çabuk yok olduğundan şikayet eden bir bağışçımla konuşuyordum. Fakat ben ona katılmıyorum. Em değerli hatıralarımın yok olduğunu düşünemiyorum bile. Ruth’u kaybettim, sonra da Tommy’i, ama onlarla ilgili hatıralarımı kaybetmeyeceğim. (s.269)

23 Ekim 2016 Pazar


Deliliğin Dağlarında (At the Mountains of Madness)
H.P. Lovecraft
Sayfa Sayısı: 132
Çeviren: Barış E. Alkım
Yayınevi: İthaki
3. Baskı, Şubat 2015, İstanbul

Kitabı bitirdiğimde o tuhaflık hissini üzerimden atamadım. İlk defa bilim kurgu ve korku unsurlarının bir arada kullanıldığı bir kitap okudum (sanki binlerce kitap okumuşum gibi oldu biraz) ve gerçekten birazcık afallamış hissediyorum kendimi şu an.

  “Anlatmam gereken gerçeklerden kaçınılmaz olarak kuşku duyulacak; yine de eğer mantıksız ve inanılmaz gözüken şeyleri çıkaracak olsaydım, geriye hiçbir şey kalmazdı.”  (sayfa.1)

  Howard Philips Lovecraft’ın kendine özgü bir yazar olduğu bir gerçek. Zor bir hayat yaşadığı ve bunun eserlerine yansıdığı, gotik yazım tarzı ve hayran olunası benzetmelerinden, tasvirlerinden anlaşılıyor. Kitabın arka kapağında yazan, yazar hakkındaki küçük kısmı da ayrıca defalarca kez okudum ve her okuyuşumda içim titredi.

 Miscatonik Üniversitesi’nden bir araştırma ekibi Güney Kutbu’na çeşitli incelemeler yapmak üzere giderler. Ancak bu çok önemli bir araştırmadır ve aynı zamanda özel olarak yapılmış bir sondaj makinesi tarzı bir cihaz da kullanılmaktadır. Ekip ikiye ayrılır, anlatıcımız, ve birkaç arkadaşı başka bir kısımda iken, diğer grup ise çok uzağa gider. Telsizle yaptıkları haberleşmelerde arkadaşlarından birisi olan Lake buldukları tuhaf canlı-yaratık kalıntılarından ve onlar hakkında yaptıkları incelemelerden bahseder, kısa süre sonrasında ise onlardan haber alınamaz.

  Hemen apar topar harekete geçerler ve onların yanına vardıklarında cansız bedenlerini, her yerin tamamen harap ve dağınık halde olduğunu görürler. Sonrasında ise bu gizemli dünyaya ayak atarak incelemelere başlarlar ve korkutucu gerçekleri kendi gözleriyle görürler.

  Tüm nicel kestirimler kısmen tahminlere dayalıdır. (sayfa.91)

  Kitapla ilgili söylemek istediğim ilk şey, 132 sayfa boyunca sıfır diyalog olması. Bu benim işime geliyor çünkü durgun fakat alt metni kuvvetli, gerilimi yavaş yavaş veren kitapları seviyorum. Ancak ne yalan söyleyeyim, bazı kısımlarda boğulacak gibi hissettim, gözlerim ağırlaştı ve kelimeler önümde uçuşmaya başladı. Zaten başlı başına ağır bir kitap, bir de böyle olunca arada üstüme çöken yorgunluktan ötürü kitaba ara vermek zorunda kaldım.

İnsan merakının ölümsüz olduğunu başından bilmeli ve duyurduğumuz sonuçların başkalarını da bilinmeyenin peşindeki çağlar boyu süren yola çıkmaya teşvik etmeye kafi geleceğini düşünmeliydik. (sayfa.43)

  Okurken Lovecraft çeşitli kişilere atıflar yapıyor, kendisini etkileyen diğer yazarları görebiliyoruz. Bir tanesi, Edgar Allen Poe. Kitapta bahsi geçiyor ve sadece adını görmek bile beni çok mutlu etti. Çok severim kendisini, şiirlerini ve kitaplarını. Lovecraft aynı zamanda başka kitabına da atıflarda bulunuyor ve bence bu çok ilginç bir şey. Kendi kitabından kendi kitabına selam yolluyor gibi düşünebiliriz.

  Betimlemeleri ve tasvirleri gerçekten çok kuvvetli. Zaten kitap başlı başına bunlardan oluşuyor ama sunuş şeklinin bıraktığı tat bambaşka. Güney kutbunda hayali bir yer kurguluyor önümüze ve öyle güzel tarif ediyor ki bunu, sanki içindeyiz, gerilimi gerçekten hissedebiliyoruz, soğuğu, fırtınayı, her şeyi. Korku bizi sarıp sarmalıyor. Önümüze yaratıklar sunuyor, ayrıca onlara bir isim de veriyorlar ekip olarak, Eskiler. Yıldız başlılar, kokuları gerçekten rezil ötesi ve Lovecraft’ın onları tarif ettiği bu kısımlarda tüylerim ürpermedi desem yalan olur.

ama bilinmeyenin cazibesi bazı insanlarda tahmin edildiğinden daha etkili oluyor. (s.113)

   Bilimsel veriler kullanılması da ayrıca bunu gerçeğe yakın kılıyor. Okuyucunun bunu realiteye uygun olarak kafasında daha rahat düşleyebilmesi, inandırıcılılığını arttırırken kavramak daha kolaylaşabileceği için bunu uygun görmüş sanırım Lovecraft.

ama bazı deneyimler ve imalar vardır ki, insanın iyileşmesine izin vermeyecek denli derinden yaralarlar ve geriye sadece o ilk dehşeti çağrıştıran, artmış bir hassasiyet bırakırlar. (s.116)

  Kitaplarda kullanılan korku unsurunun tadı ayrıca bambaşka oluyor. Okurken kendi kalp atışınızı duyacak raddeye geliyorsunuz, ancak bu sizin kitabın içine ne kadar girdiğinize de bağlı. Yüzeysel olarak okuyup geçmekle cümleleri tekrar tekrar okumak arasında çok büyük fark var. Frankenstein için de korkunç değil ya tarzı söylemler çok yaygın (en azından benim arkadaşlarım arasında) olduğundan, bu kitap hakkındaki yorumlara da göz atıp bunları görünce pek şaşırmadım. 1931’de yazılmış bir kitap ve o yıla göre bence aşmış bir kurguya sahip.

 Kitaptan tatmin oldum ancak nacizane fikrime göre bu kitabı ikinci kez, birkaç sene sonra tekrar okuduğumda bir şeyleri daha iyi kavrayacağımdan ve o mutluluk hissini yaşayacağımdan eminim. Kitabı gerçekten beğenmeme karşın okurken hafiften yorulduğumu hissetmemden ötürü tamamen içine giremedim, birkaç sene sonra görüşmek dileğiyle.

  İnsanlığın güvenliği ve huzuru için, dünyanın bazı karanlık, ölü köşelerinin ve el değmemiş derinliklerinin olduğu gibi bırakılması mutlak bir zorunluluktur, uyuyan tuhaflıklar dirilmesin ya da kafirce yaşayan kabuslar kara inlerinden kıvrılarak dökülüp, yeni ve geniş fetihlerde bulunmasınlar. (s.131)

22 Ekim 2016 Cumartesi

Kalevala
Sayfa Sayıları, 1-25 Runo: 332
26-50 Runo: 346
Yazar: Elias Lönnrot
Çevirenler: Muammer Obuz-Lale Obuz
Balkanoğlu Matbaacılık, 1965-1966, Ankara

*
Türk Edebiyatı dersi için Fin destanını seçtim kendime. Normalde basit bir araştırma istenmişti dönem ödevi için ama internette yaptığım hafif bir gezinti sırasında bu destanın dilimize çoktan çevrilmiş olduğunu gördüm. Muammer Obuz ve Lale Obuz tarafından Fince’den Türkçeye direkt olarak bir çeviri gerçekleşmiş ve bence bu, o dönemin şartları göz önünde bulundurularak bakıldığında inanılmaz bir şey –gerçi 1960’lı yıllar günümüzden kat kat daha iyiydi ama, neyse.

(sayfa.4)
Verseniz de vermeseniz de
Ekmek, içecek;
Kuru boğazımla söylerim
Şarkıları, türküleri.

  Yeni baskısı yapılmayalı yıllar olmuş (50-51 yıl) ama internetten ikinci el olarak sipariş etmek mümkün. Eski kitapların kokuları, o sararmış sayfaları, yarattığı farklı atmosfer beni her zaman büyülemiştir, ve ilk sahibinin imzasını kitabın başında görmemle inanılmaz bir etki dalgasının altına girerken bugünün tarihini de yazıverdim hemen oraya.

*
İlk Tarih: 22 Eylül 1987.
İkinci Tarih: 17 Ekim 2016.
Üçüncü Tarih: ?
*

  Ayrıca bu güzel destanın Tolkien’e ilham verdiğini ve onun bu destana yönelik yaptığı araştırmalar göz atmak size küçük bir kalp krizi yaşatabilir –kendimden biliyorum.

  İki cildi de bitirmeden bir yorum yapmayı uygun görmedim çünkü konu bütünlüğüne hakim olmak istiyordum, olayları iyice kavramak ve daha yetkin bir biçimde bu satırları yazmak. Ve ilk cildi sağ sağlim bitirebildim, ikin günde bitiverdi, şu an bu yorumu yazarken takvim Ekim’in 20’sini göstermekte.

(sayfa.163)
Arı çabuk yükseldi,
Bal kanatlı uzaklaştı,
Uçtu vızıldadı aya vardı,

  İnanılmazdı. Gerçekten öyleydi. Okurken afalladım, kullanılan fantastik ögeler günümüzde hiçbir özgünlük ve orijinallik taşımayan ve bir süre sonra insanı bunaltan tarzdan çok ama çok farklıydı, geçmişin günümüzden binlerce kat daha verimli şeylere sahip olduğunun açık ve net bir göstergesiydi. Aynı zamanda bunların o milletin kültürünü yansıtması, destanların ait oldukları topluma dair bilgiler vermesi ve çevirinin muazzamlığı da eklenince ortaya tadından yenmez bir eser çıkmış.

  Kitabın başında Finlerin Moğollarla olan akrabalık ilişkilerinden, Orta Asya’dan geldiklerinden ve özet bir şekilde tarihlerinden, Fin milliyetçiliği ve gösterdikleri emeklerden bahsediliyor. Destanlar bilindiği gibi toplumlarda aşırı bir hasar gösteren veya onları derinden etkileyen nedenlerden ötürü oluşuyor ve kitabı okuduktan sonra onları bu kadar perişan edenin ne olduğunu deli gibi merak ettim.
  
(sayfa.15)
Ay görünmezse,
Parlamazsa güneş,
Hayatın tadı kalmaz;

  Elias Lönnrot, aslında tıpla uğraşan bir insan iken bu bağımsızlık mücadelesine destek vermek amacı ile, tamamen gönüllü bir biçimde Finlandiya’nın değişik yerlerini, köylerini gezerek Kalevala’yı derleyip toplayan ve yazıya geçiren kişidir. Bu basılan metinler de onun yazdığı ve günümüzde gerçekten büyük bir önem arz eden kitaptan çevrilmiştir.

  İlk cildinde belli bir konu barındırmıyor. Runo halinde olduğu için ilk başta metinler ayrı ayrı verilip sonrasında ise rayına oturtuluyor. Kadının rüzgardan hamile kalması, kuşun yumurtalarının gökyüzü, yeryüzü, ay, bulut meydana getirmesi; annenin gözyaşlarının (gerçekten) şelale olması ve bunun sonucunda üç ada meydana gelmesi, adamın tarakla saçını taradıktan sonra bu taraktan eğer kan gelirse bilin ki ölmüşümdür demesi:

 (sayfa.123)
Lemminkainen saçlarını taradı
Fırçayı duvara astı, mırıldandı:
-Başıma bir dert gelirse,
Felakete uğrarsam
Kan fışkıracak fırçadan!

  arının Ay’a varması, ve bunun gibi pek çok şey. O kadar büyüleyici ki bunları okumak, kendinizi gerçekten bambaşka bir dünyanın içinde buluyorsunuz. Oradan oraya savruluyor ve bu engin kitabın derinliklerinde kayboluyorsunuz. İnce ince işlenmiş detaylar, cümleler ve olayın gidişatı hem hayret verici hem de kendisine hayran bırakıcı. Gerçekten, ilk cilt, ilk kitap, ilk 1-25 Runo harikaydı ve devamının da öyle olacağına kuşkum yok.

(sayfa.188)
Büyülerini, güzel sözlerini
Bana öğretmedikçe
Bilgi, öte dünyaya taşınmamalı,
Güzel sözler saklı kalmamalı;
Kudret yaşamalı, herkes bilmeli.

Kitabı okurken bir kısımda altta yazacağım dize ile karşılaştım ve şöyle bir biranın tarihine bakmaya karar verdim. Net olarak şu şudur demek zor ama ilk olarak Orta Doğu’da bir tesadüf eseri karşılaşıldığı ve Orta Çağ döneminden sonra Kuzey Avrupa’nın neredeyse ana yurdu haline geldiği yazıyor. Ve bence bunun kitapta geçmesi, çok ilginç bir ayrıntı olmuş.

(sayfa.233)
Şu biranın bulunuşu, böylece
Kaleva’lıların keşfi oldu;

*
Tarih şu an Ekim’in 22’sini göstermekte, kitaba dün başlamıştım ve bugün bitti. İkinci cilt ile beraber yaklaşık 678 sayfalık kitap tamamlandı. Benim için gerçekten çok ilginç bir tecrübe oldu, çünkü daha önce destan türünde bir eser okumamıştım ve Kalevala, her iki cildiyle beraber de çok ama çok iyiydi.

(sayfa.13)
Kötü şeyin yarısı daha kötüdür.

  İkinci ciltin ön sözünde çevirmenlerden Lale Obuz’un aslında Fin asıllı bir hanımefendi olduğunu öğrenmek beni nedensizce şaşırttı –evet, gerçekten nedensizce. Ön sözde yazan bir şey daha dikkatimi çekti: “Kalevala’daki halk katında şarkılar sihir’i, sihir bilgiyi ve bilgi ise gücü temsil eder.”

  Bu kitapta da fantastik ve olağanüstü ögeler kullanılmaya, yaratıcılıkta sınır tanınmamaya devam edilmiş. Güldüğüm bir kısım da oldu, tüylerimin diken diken olduğu bir bölüm de –ayrıca ikinci el bir kitap olması ve benim toza karşı herhangi bir alerjim olmamasına rağmen kitap boyunca aksırıp tıksırmam da cabası tabi ki.

  (sayfa.46)
Ölüm beklediği yerde
Kavuşur isteğine!

  Son 25 Runo da ilki gibi kahramanlıklar üzerine kurulu. Mücadeleler, savaşlar, kavgalar, intikam ve hırs. Belli bir olay örgüsü yok, bölüm bölüm öyküler gibi ama destansı bir anlatım ve olayların birbirleriyle bağlantıları hakim.

  Burada geçen olağanüstü unsurlardan da bahsetmek isterim açıkçası. Horoz tüylerini toplayıp avucunda ovuşturduğunda ortaya bir horoz sürüsü çıkması, ejderhanın salyasına ruh verilerek bir canlı oluşması; biranın içinde balık avlamak, içerisinde yılan öldürmek ve hayvan yakalamak, gözyaşlarından mavi inciler oluşması, fırtınadan kadının gebe kalması, ay ve güneşin müziği dinlemek için yeryüzüne inmesi ve favorim, yılanların bira içip sarhoş olması.

(sayfa.14)
Ölüp gitsem, yok olsam dedim.
Öleydim toprak olaydım
Üç bahar önce,
Ot olur biterdim,
Çiçek olur açardım;
Belki bir kızıl meyve
Çimenlerde, ağaçlarda!
Bugüne ulaşmaz,
Kötülüğü tatmazdım,
Bu acı yakmazdı beni!
Bir nefeste söyledi sözlerini,
Sonsuz acısını böyle döktü.

  Çok tuhaf bir bölüm de vardı kitapta, pek bir bilgi birikimim olmamasına rağmen eski Türk filmleri geldi aklıma. Kullervo’nun evine dönerken bir kıza tecavüz etmesi ve akabinde kızın kız kardeşi olduğunu öğrenmesi, kızın intihar etmesi ve daha sonrasında da ortaya çıkan büyük kargaşa. Okurken tüylerim diken diken oldu ve ters köşe terimi sanırım bu kısma cuk oturuyor.

(safya.208)
-Bulunur mu aranızda
Şu gençlerin içinde,
Yeni yetişen nesillerde
Ya da şu soylu sülalede,
Çocukların arasında bir kimse
Göz yaşlarımı toplayacak

  Şu aşağıdaki dizelere nedensizce çok güldüm, büyük ihtimal buraya yazınca o kadar komik olmayacak (hatta hiç komik olmayacak, maalesef) ve nesi komik bunun veya komik bir fıkra anlattığını zanneden birinin sonunda kimsenin gülmediğini gördüğü o korku ve kabus dolu ana gelmesi durumuna dönecek ama ne bileyim, ben gülmüştüm, gerçekten.

(sayfa.91)
Bir gün baktı bebeğe
İkinci günü de:
Elini kırdı yavrunun,

  Bu kitaplar bittikten sonra içimden Finlandiya’nın o muhteşem güzelliğini gezip görme ve kültürüyle yakından tanışma arzusuyla yanıp tutuştum. Ayrıca 1960’lı yıllarda Türk ve Fin ilişkilerinin gerçekten düzgün olması, o zamanki Fin büyükelçisinin övgü dolu sözleri ve şu anki durumla kıyaslandığında ise, kalbime küçük bir sızı olmadı değil.

18 Ekim 2016 Salı


Otostopçunun Galaksi Rehberi (#1) (The Hitchhiker's Guide to the Galaxy)
Douglas Adams
Kabalcı Yayıncılık
Sayfa Sayısı: 246
Çeviren: Nil Alt
Birinci Baskı, Şubat 2015, İstanbul

**
Uyarı: Bu yorum, kitap hakkında ayrıntılı bilgi içerebilir!

Kuşkusuz, Douglas Adams gelmiş geçmiş en büyük bilim kurgu yazarlarından birisi. Bilim kurgunun harika felsefik sorularla harmanlandığı ve bazı kısımlarda attığım kahkahalar ve kıkırdamalar yüzünden kendimi engelleyemememin nedeni bu yüce kitaptır işte, saygıyla önünde eğiliyor ve şapkamı çıkarıyorum.

  Arthur Dent bir sabah uyandığında, kestirme yol yapmak isteyen ve bundan dolayı da onun yaşadığı evin kaldırılması ve yıkımını yapacak olan belediye görevlileriyle karşılaşıyor, bu sinirlendiriyor onu epey ve buldozerlerin önüne yatarak bunu engellemek için kendince bir protesto yapıyor. Bu kısım –ah bu kısım- başlı başına bir komedi zaten.

  Her şeyden önce, ağaçlardan inmekle büyük bir hata ettiklerini düşünenlerin sayısı gün geçtikçe artıyordu. Bazıları ağaçlara çıkmanın bile yanlış bir hamle olduğunu ve hiç kimsenin okyanuslardan asla ayrılmamış olması gerektiğini söylüyordu. (s.7)

   Ve o sırada arkadaşı Ford Prefect’i görüyor tepesinde. Kendisi maymun soyundan gelmeyen ve Çoğunlukla Zararsızdan olmayan [Çoğunlukla Zararsız: Dünya (yemin ederim, Dünya hakkında yapılan en güzel tanım olabilir bu.)] bir canlıdır ancak 15 yıldır burada bir hapis hayatı sürmektedir. Arthur Dent’e kendisiyle çok önemli bir şey konuşması gerektiğini ve şuracıktaki bara kadar gelmesini ister ama elbette bir sorun vardır, eğer yattığı çamurdan kalkacak olursa evi yıkılacaktır. Ve evini yıkmak isteyen görevlilerden Bay Prosser (kendisi Cengiz Han’ın soyundan gelmektedir ama bundan haberi yoktur.) ikna edilerek, Arthur Dent yerine yatırılır.

   Prosser bütün hayatının bir tür rüya olduğunu hisseder, bazen de bunun kimin rüyası olduğunu ve rüyayı görenin gördüklerinden hoşlanıp hoşlanmadığını merak ederdi. (s.27)

   Sonrasında barda içkilerini içerken dostu Ford Prefect ona dünyanın sonunun geldiğini ve birkaç dakika sonra yok olacağını söyler. Bunun nedeni ise uzaya bir yol inşa edilecektir, ancak Dünya bunu engelliyordur, yolu tıkıyordur ve acilen ortadan kaldırılması lazımdır.

  “Bugün yanlış bir şey mi yaptım,” dedi, “yoksa dünya hep böyleydi de ben mi bunu fark edemeyecek kadar içime kapanmıştım?” (s.32)

  Sonrasında Arthur Dent ve Ford Prefect, Ford Prefect sayesinde kurtulur ve dünya sonsuza dek yok olurken onlar da hayatta kalmanın yollarını aramaya başlarlar. Ve tesadüfen uzayda çektikleri bir otostop sırasında bir Vogon gemisine gizli olarak gemideki aşçılar -yani Dentrassiler- tarafından alınırlar.

Ford Prefect’in insanlar hakkında anlamakta en çok zorlandığı şeylerden biri zel bir gün, Boyun ne kadar da uzun ya da Ah canım, on metrelik bir kuyuya düşmüş gibi görünüyorsun, iyi misin? gibi apaçık ortada olan şeyleri belirtip tekrarlama huylarıydı. (s.61)

  Olaylar, olaylar ve olaylar. Bir sürü şey oluyor, oradan oraya yuvarlanıyorlar ve ihtimali o kadar çokçokçok az durumlardan kurtuluyorlar ki, ama yani o icat tabi ki o güzel icat, o güzel gemi, ihtimalin çokçokçok az veya çokçokçok fazla olması problem değil, çünkü ihtimaller her zaman vardır, önemli olan da budur sanırsam.

  “İhtimalsizlik motorunu çalıştırdığımız sırada.”
  “Ama bu inanılmaz.”
  “Hayır, Zaphod. Yalnızca ihtimali çok çok düşük.” (s.107)

  Kitaptaki en çok sevdiğim şeylerden birisi, gayet basit bir şekilde, tüm doğallıyla yazılan ama insanı dumura uğratan cümleler. Çünkü o kadar çok alışmışız ki karman çormanlığa, hep yüksek boyuttaki düşüncelere, bizi asıl şok edenin, keyif ve haz verenin bunlar olduğunun farkında değiliz.

“Biliyor musun?” dedi Arthur, “böyle zamanlarda, yani Betelgeuselü bir adamla bir Vogon hava-kilidine tıkılıp kaldığım ve uzayın derinliklerinde havasızlıktan ölmeme azıcık bir zaman kaldığında, keşke gençken annemi dinleseydim diyorum.”

  “Neden, ne derdi sana?”

  “Bilmem, hiç dinlemedim ki.”

    “Ha.” (s.90)

veya,

“Hey, bu tuhaf simgelerin ne anlama geldiğine dair bir fikrin var mı?”

  “Sanırım bunlar yalnızca tuhaf simgeler” dedi Zaphod (s.166)

veya,

“Kimse Hayır gidemezsin, bırak yerine ben gideyim, demeyecek mi?”
  Hepsi hayır anlamında kafa salladı.
  “Pekala,” dedi ve ayağa kalktı.
  Bir an hiçbir şey olmadı .
  Sonra bir iki saniye daha hiçbir şey olmamaya devam etti. (s.239)
  
  Bir de nihai sorumuz var ve bu çok özel bir soru. 7,5 milyar yıl boyunca bir bilgisayar –ki bu sıradan bir bilgisayar değildir- bunun cevabını düşünüyor ve bulduğu cevap da efsanevi doruklarda bir şey: 42. Kitaptaki karakterler de en az bizim kadar şok geçiriyor ve fark ediyoruz ki aslında ortada tam anlamıyla bir soru yok, bir soru var evet: Evrenin, hayatın ve her şeyin cevabı nedir? Ama tam olarak soru değil, hatta bu soruyu internette aratırsanız gerçekten 42 cevabını göreceksinizdir. Öyle tuhaf bir şey, tuhaflıklara bayılırım.

“Kırk iki” dedi Derin Düşünce, sonsuz bir ihtişam ve sakinlikle. (s.207)
    
  Öyle mükemmel bir üslubu var ki kitabın, yazar öyle enjekte ediyor ki cümleleri okuyucuya kitap bitince o lezzetli tat damağıma yapışıp kaldı, kurtulamadım. Hele bir de Marvin diye depresif, aşırı mutsuz, bezdirici ve baygın robotumuz var ki, ben böyle bir karakter görmedim şimdiye kadar. Büyüleyici ve hayran olunası bir karakter, gerçekten. Neşeli kapılarımız da var bir de, varoluşçu asansörler ve bunlar Marvin’in sinire aşırı dokunuyor, yerim onu ben.

  Douglas Adams’ın yazdığı bu seri; Wikipedia, Ekşi Sözlük ve birçok siteye, aynı zamanda müziklere, dizilere ve filmlere ilham kaynağı olmuş, bir kitabın sadece bir kitap olarak değil, daha yüce bir şey olarak görülmesini iyice insanlara kabullendirmiştir.


  Bir gün sevgili dostlarımla “Pan Galaktik Gargara Bombası” içerken “Evrenin, hayatın ve her şeyin” anlamını düşünmeyi arzulamaktayım, ve elbette bir Vogonla karşılaşırsam eğer Otostopçu’nun Galaksi Rehberi’nin kapağında yazdığı gibi, yapmam gereken tek şey: Paniğe Kapılma.