11 Haziran 2018 Pazartesi



Sissoylu: Kuşatma (Mistborn: The Well of Ascension)
Brandon Sanderson
Sayfa Sayısı: 636
Çevirmen: Can Sevinç
Akılçelen Kitaplar
2. Baskı, Ankara, 2016

Brandon Sanderson yeni nesil fantastik edebiyatın en büyük ustalarından biri. İlk kitabı okuyalı bir sene geçmiş olmasına rağmen, bu kitaba başladıktan sonra kendimi büyüsüne kaptırmam da bunun için yeterli bir sebep olabilir. Çok iyiydi.

  Karakterleri istediği şekilde yönlendirebilme ve onları objektif olarak yazabilme yeteneğine hayran kaldım. Objektiflikten kastım pozitif ve negatif yönleriyle, ki bu taraflarını abartmadan, doğal bir şekilde yazmış olması, aşırılıktan kaçınılmış. Ayrıca devlet yönetimiyle ilgili yaptığı tespitler, kitap boyunca bir kralın nasıl olması gerektiği ve insanın var oluşundan gelen o sığınma ve güven ihtiyacı yüzünden onlara bunu verebilecek bir yönetici istemeleri, bunun çok normal olduğu vs. gibi birçok şey beni etkiledi. 

  Fantastik akışına denecek bir şey yok zaten, çok çok iyi. Sonda her zamanki gibi ters köşe yapmayı amaçlayarak ve beklenmeyen bir şey yaratarak bitiriyor. Hemen üçüncü kitaba geçme hissiyatı geliyor insana. Başından beri metaller gibi bir konuyu alarak bunu fantastiğe harmanlaması yaratıcılığını kanıtlıyor.

  Kitap başında sevmediğim, sonlara doğru bir evrim geçirerek daha farklı bir adam olan Elend karakteri vardı bir de. Bu karakter kitapta biraz sırıtmış gibi geldi. Çünkü diğerleri, iyi ya da kötü, bir şekilde kendi benliklerini kabul ettirebilmişken, Elend kararsız bir çocuk gibiydi. Bu kadar güçlü kahramanların olduğu bir kitapta da tam yerine oturmayan özellikleri olduğunu düşündüm, ta ki Brandon Sanderson onu güçlü bir krala evrilterek ve bazı özelliklerini törpüleyerek başka bir insan yaratana dek. Sonlara doğru onun kitapta sırıtmış olduğu anlayışım değişti, hatta bu kararlılığın içinde bir kararsızlık olması da hoşuma gitmedi diyemem.

3 Aralık 2017 Pazar


Sabit Hat (Landline)
Rainbow Rowell
Sayfa Sayısı: 350
Çevirmen: Müge Kocaman Özçelik
Pegasus Yayınları
1. Baskı, Temmuz 2017, İstanbul

Bu kadına bayılıyorum. Dilini, üslubunu, seçtiği konuları ve işlediği karakterleri okuyup da hayran olmamak cidden elde değil. Karakterlerinin her zaman modern yaşantıda gördüğümüz kişiler, yani kusurlu olmaları farklı kılıyor Rainbow Rowell’ın kitaplarını. Ondan dolayı da okurken bayıldığım tek genç yetişkin roman yazarı demek yanlış olmaz.

  Georgie McCool, bir senarist. İşine çok özen gösteren bir kadın ve buna kendini çok kaptırdığından dolayı evliliğinin çatırdamasını fark etmiyor. Noel için kocası (Neal) ve iki kızıyla Omaha’ya, Neal’ın ailesini ziyaret etme planı yapıyorlar ancak Georgie yine işinden dolayı bunu baştan savıyor ve kocası, kızlarıyla beraber gidiyor. Georgie yalnız. Haliyle büyük bir çöküntü yaşıyor ve onlar gittikten sonra ve annesinin evine uğrayıp, genç kızken vakit geçirdiği odaya girince eski sabit hatlı telefonuyla karşılaşıyor. Telefonu prize takıyor, Omaha’ya telefon ediyor ve daha flört aşamasını yaşadıkları dönemdeki kocası açıyor telefonu, 1998 yılındaki yani. Böylelikle bir şeyler Georgie için değişmeye başlıyor.

  Pekala, ilk paragrafta yazdıklarımın aksine bu kitabı ben o kadar beğenemedim. Fangirl kesinlikle muhteşemdi, Eleanor&Park’ı beğenmiştim ve Sabit Hat da Eleanor&Park’la eşit. Kitapta beni rahatsız eden iki şey vardı:

1.Seth karakteriyle Geogie’nin arkadaşlığının seviyesizliği. Gereksiz bir yakınlık vardı ve bazen bu rahatsız edici oldu. O kısımlarda Geogie’ye kızdım. Çok göze çarpmadı ama benim için önemli bir ayrıntıydı bu.

2. Yaş problemi. Bu kadın gençlik romanlarını şahane yazıyor (bkz: Fangirl) lakin yetişkinlerde bir tıkanma olmuş. Georgie 37 yaşında bir kadın ve yaşından beklenildiği gibi hareket etmiyor. Yani tavırlarında o olgunluğunu bulamıyorsunuz, bu da bazen dudak bükmeme sebep oldu elbette.

  Onun dışında da kitap akıp gitti. Georgie ve Neal’ın anlarını okumak o kadar hoştu ki. İki insanın birbirine sevgiyle yaklaştığını görmek kitaba daha çok bağladı. Klişe olmasını filan geçeceğim çünkü böyle bir klişeliğe ihtiyacım vardı. Romantik şeyleri okumak beni mutlu etti ve kitap okuma aşkımı tekrardan körükledi. Üniversiteye hazırlık yüzünden çok fazla okuyamıyorum ama Sabit Hat’ın etkisiyle tekrardan o büyüye kapıldım sanırım. Lütfen Attachments da en kısa zamanda çevrilsin.

7 Kasım 2017 Salı

Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan
Oğuz Atay
Sayfa Sayısı: 272
İletişim Yayıncılık
52. Baskı, İstanbul, 2017

Ne  yazık ki insanların kalabalık bölümü, olanları biraz büyütemezsen pek etkilenmiyor. Tek başına elli kişiyi birden kılıçtan geçirdiğini anlatmazsan kahraman olamıyorsun. (s.79)

Dil ve Anlatım dersi için okudum. Oğuz Atay’ın dilini anlayamıyorsunuz, onun tam edebi yönünü kestiremiyorsunuz çünkü bir biyografi anlatısı. Ama kitap bambaşka şeyler sunuyor size. Türkiye’nin bilim, insan hakları, eğitim ve benzeri konulardaki açığını, Oğuz Atay yer yer ağır eleştirilerde bulunarak tenkit ediyor, yıllardır gün yüzüne çıkmayan gerçekler bu kitapta birer birer tam on ikiden vuruluyor. Yıllarca saydırdığımız sistem, aslında insanlardan kaynaklı olarak da böyle. Çünkü bizim kültürümüze ve genlerimize işlemiş okumamak, tembellik, yatma ve çözüm getiremediğimiz şeyleri eleştirme hakkı bulmamız. TÜBİTAK  ve Jale İnan’ın (Mustafa İnan’ın eşi) desteğiyle Oğuz Atay’dan yazılması için rica edilmiş bir kitap.

Mustafa’da okumuş bir mühendis, Mustafa’da okumamış bir mühendisten daha iyi bir mühendistir. (s.255)

  Biyografi, bir profesör ve Anadolu’nun köylerinden gelmiş bir Türk gencinin anlatımıyla okuyucuya sunuluyor. Genç, büyük şehirde bir yerde üniversite kazanmıştır ve yeni geldiği bu kozmopolit yere yabancıdır. Daha sonra bilmediği bir kapıya ulaşır, orada bir bilim ödülünün verilmesine şahit olur. O sırada da üniversite görevli biriyle tanışır, daha sonra profesör olduğunu öğrenecektir bu yaşlı adamın. Sonrasında ikisi birlikte vakit geçirerek bu ödülün verildiği, yani 1967’de vefat etmiş olan Mustafa İnan’ın hayatını didiklemeye başlarlar.

Derler ki, insan roman yazmaya, başka romanları okuyarak özenirmiş; hayatı roman gibi olduğu için, sırf bunun için roman yazmış biri görülmemiş. (s.261)

  Mustafa İnan çok yönlü, aydın ve çağdaş bir bilim insanı. Sonuna kadar milliyetçi olmasına rağmen her zaman yenileşmeye açık. Fransızlar Adana’yı işgal ediyor o çocukken daha, birinci dünya savaşı yıllarında, zorlu bir hayat yaşıyor. Oradan İTÜ’ye geliyor inşaat mühendisliği okumaya, İsviçre’de eğitiminin son yıllarını tamamlıyor. Orada ısrar ediyorlar kalması için ama kendisine ülkesine adayan ve onun gelişmesi için çabalayan Mustafa İnan bunu reddediyor.

Daha insanlarımız arkalarında belge bırakmaya alışmamışlar. “Günlük” tutmak gibi bir alışkanlıkları da yok. Aklında ne kalmışsa onu söylüyor. Ölüp gidince bundan da yoksun kalıyoruz. Aklımıza gelen her şeyi bir yana yazmak ayıp olur diye düşünüyoruz herhalde; hele başkaları için düşüncelerimizi de dedikodu olur diye kağıt üzerine geçirmekten çekiniyoruz. Kalıcı bir şey bırakmaktan korkar gibi bir halimiz var. Öyle ya, bu dünya da gelip geçici değil mi? İşte ülkemiz meydanda: Öteki dünya ile ilgili yapılan dışında, kalıcı bir şey bırakmamaya dikkat etmişiz. (s.259)

  Aşırı düzenli ve prensip sahibi bir insan. Yurtdışında ilk doktorayı da Mustafa İnan yapıyor. Divan Edebiyatı’yla ilgileniyor. Hatta Yahya Kemal’in selimanmesi’ni baştan aşağı ezberledikten sonra, bir de sondan başa ezberliyor! Dil konusuyla, kelimelerin kökenleriyle ilgileniyor. Yabancı dil de biliyor. Fransa, Almanya, Mısır, Ortadoğu, İngiltere, Amerika ve Hindistan gibi pek çok ülkeyi ziyaret ediyor. Müthiş bir bilgi birikimi var. Öğrenme merakı çok fazla. Kitap bittikten sonra onun ülkemiz için ne kadar büyük bir değer olduğunu, ne kadar çok şey yaptığını, uğraşlarına rağmen yorucu bir hayat sürdüğünü bilmek gerçekten çok acı oluyor.

  Ayrıca aşırı sürükleyici ve okudukça insana ilham veren, şaşırtan, sonlara doğru duygulandıran bir eser olduğu da su götürmez bir gerçek. Aslında bir hayat bu, yaşanmış bir şey ama Türk gencine hayal gibi görünmesi de bir o kadar üzücü. 

  Öldükten sonra insanlara değer biçmek de ikiyüzlülüğümüz bir göstergesi. İTÜ’de rektörlük yaparken öğrencileri sonuna kadar dinleyen, kimseyle tartışmaktan hoşlanmayan, çağdaş, aydın ve ileri, ülkemiz şartlarında gelmesi pek de zor olan. Işıklar içinde uyusun.


Bilir misin Mustafa bir adama çok kızdığı zaman ne dermiş? Jale Hanım anlatırdı: “Yahu Jale, düşünebiliyor musun, adam samimi değil,” dermiş. Mustafa için bundan büyük suç olamazdı. Haklıydı: Samimi olmayanlara düşünme sanatından, dil ve matematikten, Büyük Arya-Dharma’dan, Kızılderililerin uğradığı haksızlıklardan, din ve ilimden, idare ve matematikten, fizik ve kronolojiden, nefis kontrolunden, yurdu terk eden kabiliyetlerden, müzik ve matematikten, tolerans ve tabiattan, soyadı alınırken takip edilen yollardan, akıl hareketlerimizin tek rehberi olabilir mi’den ve kibernetikten söz edilebilir miydi? Kibernetik de neydi efendim? (s. 188)

11 Ekim 2017 Çarşamba

Sergüzeşt
Samipaşazade Sezai
Sayfa Sayısı: 103
İskele Yayıncılık
1. Baskı, Ocak 2017, İstanbul

Türk edebiyatının en önemli eserlerden kabul edilen, realizm ve romantizm akımlarına ev sahipliği yapan bu eseri, (yine) ödev vasıtasıyla okumuş bulunmaktayım, bir önceki Zeytindağı kitabı gibi. Ve yine Zeytindağı gibi kitabı beğendiğimi ifade etmem gerekecek.

  Kitapta, Kafkaslardan esir olarak getiren Dilber’in çeşitli konaklarda büyüyüşü anlatılıyor. Genç kızlık döneminde ise soylu bir ailenin oğluyla (Celal) birbirlerine aşık olmaları ve çocuğun annesi tarafından evden gönderilmesiyle olayların içine dahil oluyoruz. Devamında da bolca oğlanın ve kızın acılarına, birbirlerini bulma çabalarına yer verilmiş.

  Hikayenin devamı (Bu kısım spoiler):
  Dilber evden kovulunca, tekrardan eski köle taciri kadının olduğu  yere satılıyor ve yeni sahiplerine kavuşmak üzere Mısır’a doğru ilerliyor. Burada Cevher adında siyahi ve hadım edilmiş bir adam var, soylu bir adam bu ve Dilber’e gönlünü kaptırıyor. Ancak Dilber’in yüzüne her daim hakim olan hüzün ve acı yüreğini parçalıyor ve bir gün kapatıldığı yerden kaçmasına yardım ediyor. Yardım ederken ölüyor ve kapatıldığı yerden Cevher sayesinde kurtulan Dilber de intihar ediyor. Bu kısım o kadar sarsıcıydı ki, okurken yazara derinden bir saygı beslememek güçleşiyor.
(Spoiler bitiş)

  Yer yer fazla tasvirler yapılmış ancak okuduğum yorumlara göre Türk edebiyatına doğru düzgün betimlemeyi getirmesi açısından önemli bir konuma sahip. Yine de bazı kısımların bıktıran uzunlukta olduğu bir gerçek. Buna tezat olarak bir de kimi yerde yaptığı betimleme ve tespitler var ki onlar, insanı bir güzel sarsıyor ve etkiliyor. Değişik. Değişik ve güzel.

  Köleliğe karşıt durması da yazarımızın ne kadar cesur olduğunu gösteriyor. Bulunduğu dönemdeki kölelik sorununa değinerek büyük bir hamlede bulunuyor. Sevginin ve aşkın değerini ölçüyor, maddi şeylerle mi değerlendirebiliriz bunu, para, güzellik, cazibe gibi? Ya da daha manevi şeylerle mi? Buna değinmesi hoşuma gitti.

  Bir solukta okunuyor zaten, okuyalım.


-Yıldızlar karanlıkta parladığı gibi yoksulluk ve yoksunluk içinde de temizlik ve yücelikle parlayan ruhlar yok mudur? Bir kalp, sevmek için mutlak servete, asalete mi muhtaçtır? Bence, en güzel ikbal, ruhun göründüğü iki güzel göz; en büyük servet, kalbin hissini gösteren gül renginde dudaklardan akseden gülümsemedir. Güzellikten büyük asalet, kalp temizliğinden büyük servet mi olur? (s.50.51)

8 Ekim 2017 Pazar

Zeytindağı
Falih Rıfkı Atay
Sayfa Sayısı: 192
Pozitif Yayınları

Behçet Kemal Çağlar: Bu kitabı okumak adeta bir borçtur ve bir vazifedir.

Uzun bir zaman aralığından sonra okuduğum ilk kitap, Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı kitabı oldu. Ödev adı altında okumaya başladığım, bayıldığım, keşke daha önceden okusaymışım dediğim bir eserdi. Şüphesiz, yazar, kendi anılarını kaleme alarak yakın tarihimizi çok güzel bir biçimde anlatmış. Tertemiz Türkçesi, etkileyici anlatımı ile Türk edebiyatının ulaştığı en zirve noktalardan birisidir. Okurken insanın gözlerinin dolmaması, yüreğinin acıyla çarpmaması ne zordur!

İnsan kum üstünde şehit bırakmaya dayanamıyor, çünkü ne mezarı, ne izi kalıyor. Bir denizde bile insan bu kadar kaybolabilir. (s.174)

  Zeytindağı, Falih Rıfkı Atay’ın Suriye-Filistin cephesine ordu komutanı Cemal Paşa’nın yanında çalışırken geçirdiği anılarını anlatıyor. Cemal Paşa’nın kişiliği, olaylara bakışı, Talat ve Enver paşalarla olan durumları objektif bir biçimde anlatılmış. Kimi yerde Mustafa Kemal’e değinerek okuyucuyu heyecanlandırmıştır da.

  Üsküdar’dan entariyi kaldırmak, Merkez Kumandanlığı koğuşunda kadın döndürmek, yahut sokakta aynı arabaya binen kadın ve erkeklerden karı-koca vesikası sormamak, hemen hemen devrimcilik gibi ileri davranışlardı. Gözleri Mustafa Kemal gününde açılmış olanlara, 1913 avuntuları ne kadar gülünç gelir. (s.28-29)

  1913’de bir Mustafa Kemal, yüzyıl sonrası için bile hayaldi, fantazi romanlarında bile yeri yoktu. (s.30)

  Ona göre Enver Paşa’nın alman hayranlığının sebebi Almanca bilmesi, Celal Paşa’nın Fransız hayranlığının sebebi de Fransızca bilmesidir. Bu savaşa girmemizin bir sebebi de kurtarılmak gibi bir derdi olmayan Arapları kurtarmak için nedensizce çabalamamızdır. Gencecik Türk askerleri, Arap coğrafyasında bir hiçe karşın ölmüş, kanal harekatında boğulmuştur. Arap çöllerine, o topraklara neden yaklaşmamız gerektiğini de değinerek, din afyonuyla ne de güzel uyutulduğumuzu bir tokat gibi yüzümüze çarpmıştır.

Medine, peygamber ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ahlaksız simsar yuvalarından biridir. Her Medine’li uzaklardan gelen saf halka, bu harap ve pis çöl köyünün taşını, toprağını, kuyu suyunu kırk defa öptüre öptüre satar. (s.65)

Yüzlerca yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir santim aşındırmamıştır. (s.77)

Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık. (s.44)

  Ayrıca dikkatimi çeken diğer bir nokta Bedevilerden bahsettiği kısımlardı. Çölde, kendi ayak izlerini onlarca ayak izine karşı tanıyabilir veya kendi tanıdıklarının, hamile kadınların vs. kim olduklarını da ayak izlerine bakarak tanımlayabilirlermiş. Eleştirdiği bir diğer şey ise Atay'ın zamanında vardartrablusgirit ve medine'nin "devletin vazgeçilmez" toprağı kabul edildiğinin, günümüzde ise bu yerlerin adını bile bilinmemesidir.

Ve Falih Rıfkı efsane bir kapanışla kitabın son sayfasını kaleme alır: Yemen’in hiç bilmiyorum, belki güneşi Şeria güneşinden daha sıcak, çölleri hicaz daha kuru, daha nihayetsizdir. Fakat bunun ne ehemmiyeti var? Her tarafta bir neslin kahramanları var, kahramanlar için iklimler, düşmanlar, denizler ve karalar birdir. (s.189)

Güzelim Tespitleri, Anlatımları

İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işlemektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi. (s.46)

Acaba insanın öldüreceği kimseleri, önceden, sağ olarak, karşısına dizlerine kapatmaktan ve dik boyunlarını öldürmekten aldığı zevk nedir? (s.53)

İngiliz cephesinden at kaçırıp bize satan Bedeviler, dönüşlerinde bizim atlarımızı çalıp İngilizlere satarlardı. Harb cephelerinin ta ortalarında saklanarak, kaçan tarafın ganimetlerini yenmiş olanlardan daha önce toplamak için hayatlarını tehlikeye atanlaraz değildi. (s.92)

Almanlar büyük harbe Türkiye’ye kendi teğmenlerinin adını koymuşlardı: Enverland! (s.114)

  İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:
  -“Benim Ahmed’imi gördünüz mü?” diyor
Hangi Ahmed’İ? Yüz bin Ahmed’in hangisini? (s.125)

Beni en çok sarsan kısmı ise:

...emir ve adamları bir defa medayin’e uğrar gibi oldular. yemeklerimizi yiyip yeni altınlarımızı aldıktan sonra, yine dağıldılar. önümüzdeki vesikalardan yalnız birinde emirin şahsına verilmiş yedi bin altının kaydını görüyorum.
...
biz emir’e top da yollamıştık. kumandanı ikinci mülazım osman bey’di. aşiret, medayin’e doğru yürüyüş gösterdiği zaman, bir vadide ateşe uğradı: bizimkiler 1000, karşı taraf da 30 kişi kadardı. daha birkaç kişi yaralanınca hepsi (araplar) kaçmaya başladılar. osman bey’e de:
- topunu bırak, gel! diyorlardı.
- o benim namusumdur, bırakamam. ne diye kaçıyorsunuz, diyordu.
boş yere bağırdı, çağırdı. karşı taraf üstüne üşüşüp kurşun ve cenbiye ile türk çocuğunu parçaladılar.
silahlar, toplar, altınlar, develer ve erzak, hepsini, hepsini verdik. ve bütün seferden bize yine ve yalnız bir türk çocuğunun isimsiz, nişansız, mezarından başka bir şey kalmadı.
türk topuna sarılmış olarak parçalanan osman, 333 senesi haziranının üçüncü günü ölüp gitmiştir. (sf. 105-106) [bu kısım internetten copy-paste]