Bir Bilim Adamının
Romanı: Mustafa İnan
Oğuz Atay
Sayfa Sayısı: 272
İletişim Yayıncılık
52. Baskı, İstanbul,
2017
Ne yazık ki insanların kalabalık bölümü,
olanları biraz büyütemezsen pek etkilenmiyor. Tek başına elli kişiyi birden
kılıçtan geçirdiğini anlatmazsan kahraman olamıyorsun. (s.79)
Dil ve Anlatım dersi için okudum. Oğuz Atay’ın dilini
anlayamıyorsunuz, onun tam edebi yönünü kestiremiyorsunuz çünkü bir biyografi
anlatısı. Ama kitap bambaşka şeyler sunuyor size. Türkiye’nin bilim, insan
hakları, eğitim ve benzeri konulardaki açığını, Oğuz Atay yer yer ağır
eleştirilerde bulunarak tenkit ediyor, yıllardır gün yüzüne çıkmayan gerçekler
bu kitapta birer birer tam on ikiden vuruluyor. Yıllarca saydırdığımız sistem, aslında
insanlardan kaynaklı olarak da böyle. Çünkü bizim kültürümüze ve genlerimize
işlemiş okumamak, tembellik, yatma ve çözüm getiremediğimiz şeyleri eleştirme
hakkı bulmamız. TÜBİTAK ve Jale İnan’ın
(Mustafa İnan’ın eşi) desteğiyle Oğuz Atay’dan yazılması için rica edilmiş bir
kitap.
Mustafa’da okumuş bir
mühendis, Mustafa’da okumamış bir mühendisten daha iyi bir mühendistir.
(s.255)
Biyografi, bir
profesör ve Anadolu’nun köylerinden gelmiş bir Türk gencinin anlatımıyla
okuyucuya sunuluyor. Genç, büyük şehirde bir yerde üniversite kazanmıştır ve
yeni geldiği bu kozmopolit yere yabancıdır. Daha sonra bilmediği bir kapıya
ulaşır, orada bir bilim ödülünün verilmesine şahit olur. O sırada da üniversite
görevli biriyle tanışır, daha sonra profesör olduğunu öğrenecektir bu yaşlı
adamın. Sonrasında ikisi birlikte vakit geçirerek bu ödülün verildiği, yani
1967’de vefat etmiş olan Mustafa İnan’ın hayatını didiklemeye başlarlar.
Derler ki, insan
roman yazmaya, başka romanları okuyarak özenirmiş; hayatı roman gibi olduğu
için, sırf bunun için roman yazmış biri görülmemiş. (s.261)
Mustafa İnan çok
yönlü, aydın ve çağdaş bir bilim insanı. Sonuna kadar milliyetçi olmasına
rağmen her zaman yenileşmeye açık. Fransızlar Adana’yı işgal ediyor o çocukken
daha, birinci dünya savaşı yıllarında, zorlu bir hayat yaşıyor. Oradan İTÜ’ye
geliyor inşaat mühendisliği okumaya, İsviçre’de eğitiminin son yıllarını
tamamlıyor. Orada ısrar ediyorlar kalması için ama kendisine ülkesine adayan ve
onun gelişmesi için çabalayan Mustafa İnan bunu reddediyor.
Daha insanlarımız
arkalarında belge bırakmaya alışmamışlar. “Günlük” tutmak gibi bir
alışkanlıkları da yok. Aklında ne kalmışsa onu söylüyor. Ölüp gidince bundan da
yoksun kalıyoruz. Aklımıza gelen her şeyi bir yana yazmak ayıp olur diye
düşünüyoruz herhalde; hele başkaları için düşüncelerimizi de dedikodu olur diye
kağıt üzerine geçirmekten çekiniyoruz. Kalıcı bir şey bırakmaktan korkar gibi
bir halimiz var. Öyle ya, bu dünya da gelip geçici değil mi? İşte ülkemiz
meydanda: Öteki dünya ile ilgili yapılan dışında, kalıcı bir şey bırakmamaya
dikkat etmişiz. (s.259)
Aşırı düzenli ve
prensip sahibi bir insan. Yurtdışında ilk doktorayı da Mustafa İnan yapıyor. Divan
Edebiyatı’yla ilgileniyor. Hatta Yahya Kemal’in selimanmesi’ni baştan aşağı
ezberledikten sonra, bir de sondan başa ezberliyor! Dil konusuyla, kelimelerin
kökenleriyle ilgileniyor. Yabancı dil de biliyor. Fransa, Almanya, Mısır,
Ortadoğu, İngiltere, Amerika ve Hindistan gibi pek çok ülkeyi ziyaret ediyor.
Müthiş bir bilgi birikimi var. Öğrenme merakı çok fazla. Kitap bittikten sonra
onun ülkemiz için ne kadar büyük bir değer olduğunu, ne kadar çok şey
yaptığını, uğraşlarına rağmen yorucu bir hayat sürdüğünü bilmek gerçekten çok
acı oluyor.
Ayrıca aşırı
sürükleyici ve okudukça insana ilham veren, şaşırtan, sonlara doğru
duygulandıran bir eser olduğu da su götürmez bir gerçek. Aslında bir hayat bu, yaşanmış bir şey ama Türk gencine hayal gibi görünmesi de bir o kadar üzücü.
Öldükten sonra
insanlara değer biçmek de ikiyüzlülüğümüz bir göstergesi. İTÜ’de rektörlük
yaparken öğrencileri sonuna kadar dinleyen, kimseyle tartışmaktan hoşlanmayan, çağdaş, aydın ve ileri, ülkemiz şartlarında gelmesi pek de zor olan. Işıklar içinde uyusun.
Bilir misin Mustafa
bir adama çok kızdığı zaman ne dermiş? Jale Hanım anlatırdı: “Yahu Jale,
düşünebiliyor musun, adam samimi değil,” dermiş. Mustafa için bundan büyük suç
olamazdı. Haklıydı: Samimi olmayanlara düşünme sanatından, dil ve matematikten,
Büyük Arya-Dharma’dan, Kızılderililerin uğradığı haksızlıklardan, din ve
ilimden, idare ve matematikten, fizik ve kronolojiden, nefis kontrolunden, yurdu
terk eden kabiliyetlerden, müzik ve matematikten, tolerans ve tabiattan, soyadı
alınırken takip edilen yollardan, akıl hareketlerimizin tek rehberi olabilir
mi’den ve kibernetikten söz edilebilir miydi? Kibernetik de neydi efendim? (s.
188)