29 Mart 2017 Çarşamba

Kapkaranlık Ormanda (In A Dark, Dark Wood)
Ruth Ware
Sayfa Sayısı: 374
Çevirmen: Aslı Dağlı
Yabancı Yayınları
1. Baskı, Ağustos 2016, İstanbul

Bazı kitaplar hakkında ne hissedeceğinizi tam olarak bilemezsiniz. Kitabı bitirince sevdiğinizi hissedersiniz ama sonrasında kafa yorup düşününce aslında o kadar da ihtişamlı olmadığını, sıradanlıktan kopamadığını anlarsasınız. Devamı ise koskocaman bir hayal kırıklığıdır, işte Kapkaranlık Ormanda da benim için böyle bir kitaptı.

  Ana karakterimiz Leonora Shaw yalnız bir insan, aynı zamanda yazardır. Vaktini küçücük dairesinde ve koşarak geçirir. E-postalarını kontrol ettiği bir gün de, on sene önceki arkadaşından bir mail alır, arkadaşı onu bekarlığa veda partisine davet etmektedir. Nora’nın kabul etmesiyle birtakım sırlar gün ışığına çıkacak ve olaylar farklı yönlere evrilecektir.

  Sonu tahmin edilebilir, olaylar tahmin edilebilir ve karakterlerin sırları da tahmin edilebilirdi. Sıradanlıktan uzaklaşamamış. Buna rağmen yazarın akıcı dili ve sonu başa çekmesi gibi bir yola başvurması olayları okurken merak duymamı sağladı ancak sonunda da hayal kırıklığı yarattı. Kitabın kapağı ve ilk kısımda yer alan, aynı zamanda kitabın arka kapağında yer verilen o ‘anonim’ yazının kitapla bir bağlantısını kuramadım. Kendimce yorum yaparak Nora’yla bir nevi özdeşleştirdim ancak öyle büyük bir yemdi ki o, kitabın son sayfasını okuduğum an tuttuğum çıtanın onlarca metre aşağısında olması beni biraz incitti. Yazarın hatası ipuçlarını büyük tutarak hareket etmesi ama sonunu o kadar da etkileyici bağlayamaması, özellikle James’e yönelik birtakım şeyleri eksik tutması oldu. Bu kadar büyük adımlar atmasaydı belki daha etkileyici bir kitap olabilirdi.

  Nora’nın gençliğiyle gelen travmalara sahip olduğunu biliyorum ancak kendini olgun olarak gördükten sonra bile bazı durumlarda pollyanna gibi davranması ona karşı yakınlık duymamı engelledi. Özellikle –diğer karakterler gibi- Flo’ya gösterdiği tolerans bir süre sonra ‘eh artık’ dedirtiyor. Bu kısımlar abartı kaçtı ve güçlü kadın karakterlerden deli gibi hoşlandığımı daha iyi anladım.

  Kitap boyunca neredeyse hiç gerilmedim ama ağlayacak gibi olduğum yerleri biliyorum, tıpatıp aynısını Siyah Damar’da da yaşamıştım, ondaki çok daha fenaydı oysaki. Yazar duyguları çok güzel vermiş, ne çok abartmış, ne çok alçak tutmuş ve böylelikle içimdeki kırılmalar daha da fazlalaştı. İyi bir şey bu.

  Yine de uzun zamandır gerilim kitabı okumadığımı varsayarsak epey iyi geldi bu bana, lıkır lıkır.    


  “İnsanlar değişmez,” dedi Nina acı acı. “Sadece gerçek benliklerini saklamak konusunda daha titiz davranırlar. 

27 Mart 2017 Pazartesi

İki Şehrin Hikayesi (A Tale of Two Cities)
Charles Dickens
Çevirmen: Aslıhan Kuzucan
Sayfa Sayısı: 497
İthaki Yayınları
1. Baskı, Kasım 2016, İstanbul

Klasikleri okurken müthiş derecede bir haz alıyorum, o eski atmosferleri solumak bana delicesine büyük bir zevk veriyor. İki Şehrin Hikayesi’ni beğendiğimi, ancak yeterince iyi olmadığını düşündüğümü de belirtmem gerekiyor.

  Fransız ihtilali öncesi ve sonrasını baz alarak bir temele oturan kitap, Doktor Alexandre Manette’nin hapisten çıktıktan sonra uzun yıllardır görmediği kızıyla karşılaşması ve yeni bir hayata atılmalarıyla devam ediyor. İngiltere ve Fransa arasındaki çekişmeler ve insanların var olma mücadelesi ise sefaletin buralarda yol almasını sağlıyor.

  Dickens’ın yaptığı psikolojik tasvirler ve olayları akıcı bir biçimde sunumu gerçekten takdire şayan. Ayrıca Sydney Carton gibi fedakar ve gözüpek bir karakter çok nadir rastlanır bir durumda. Doktor Manette’nin hapse düşmesine sebep olan insanlarla akrabalığı bulunan Charles Darnay’e kızını isteyerek vermesi, uzun yıllar boyunca içine gömdüğü kin ve nefret duygularının ayakkabı yapayarak, odada dolaşarak dışavurması ise gerçekten ilgi çekici.

  Kitap boyunca zerre sıkıldığım bir yer olmadı ancak kitabın başlarında ve ortalarında elle tutulur, somut bir konunun olmadığını söylemek istiyorum. Bitişe doğru olaylar gerçekten beni meraklandırdı, ufak çaplı şaşkınlıklar yaşadım ve olması gerektiği bir şekilde final yaptı, başka bir son yakıştıramazdım ben bu kitaba. Yine de kocaman bir tatminsizlik hissi sardı zihnimi. Ne karakterlerin derinliklerini, ne olayın derinliğini yakalayabildim. Yazar belli ki ikisini aynı anda yürütmeyi denemiş, dengeyi tutturmaya çalışmış ama bu konuda başarılı olamamış. Sydney Carton mesela, müthiş bir karakter ancak heba edilmiş, iyi işlenememiş. Cumhuriyetçilerin tepkileri mesela, daha abartılı bir şeyler beklerdim, o dönemde daha vahşi şeylerin olduğunu tahmin ederek, bir okuyucu olarak yalın, salt gerçeklerin çarpmasını isterdim yüzüme.

  Gelmiş geçmiş en iyi başlangıçlardan birine sahip olabilir ayrıca bu kitap:


  Zamanların hem en iyisi hem de en kötüsüydü; bilgeliğin de çağıydı aptallığın da; hem inanç hem de kuşku devriydi; Işığın da asrıydı Karanlığın da; hem umut baharıydı hem de umutsuzluk kışıydı; hem her şeye sahiptik  hem de hiçbir şeyimiz yoktu; hepimiz hem doğrudan Cennete gidecektik hem de doğrudan öteki tarafa; kısacası, en gürültücü otoritelerin, iyi ya da kötünün kıyısında yalnızca üstünlük dereceleri konusunda ısrar ettikleri o dönem, şimdiki dönemden pek farklı sayılmazdı. (s.19)

25 Mart 2017 Cumartesi

Bilinmeyen Adanın Öyküsü (O Conto da Ilha Descconhecida)
Jose Saramago
Sayfa Sayısı: 58
Çevirmen: Emrah İmre
Kırmızı Kedi Yayınları
7.Baskı, Kasım 2016, İstanbul

İlk kez okudum Saramago’nun bir kitabını ve şu kısacık, uzun öyküsünden dahi çok etkilendim. Basit bir dille ve sade, masalsı bir anlatımla sunulmuş olmasına karşın kitabın üzerinde düşünülmeye çok açık olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

  Devletin insanları küçümsemesi, başa geçen kişinin kendini karşı koyulamaz, eleştirilemez görmesi, halka cevap verebilmesi için onların tepki vermeleri gerektiği ve insanın imkansızı dahi olsa başarabilecek kapasitede olması veya en azından deneme cesaretini bünyesinde barındırması, sevmenin ve sevginin önemi. Diğer kitaplarını okumayı sabırsızlıkla bekliyorum.

  Beğenmek, sahip olmanın en iyi şekli, sahip olmaksa beğenmenin en kötü şekli olsa gerek. (s.29)

  Biliyor musun ki, Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin, (s.36)

  Ben hep denizciliğin sadece iki ustadan öğrenilebileceğini düşünmüşümdür, birincisi deniz, ikincisiyse tekne, Peki ya gökyüzü, gökyüzünü unutun, Evet, tabii, bir de gökyüzü, Rüzgarlar, Bulutlar, Gökyüzü, Evet, gökyüzü. (s.39)

  ışıkları tıpkı ay ışığı gibi yavaşça artarak temizlikçi kadının yüzünü aydınlatmış, o anda adamın aklından geçeni söylemeye gerek yok, Güzel, diye düşünmüş tabii ki, fakat kadının düşündüklerini aktarmak gere, Belli ki adamın 

24 Mart 2017 Cuma

Ölü Zaman Gezginleri
Hasan Ali Toptaş
Sayfa Sayısı: 139
Everest Yayınları
3-4. Basım, Şubat 2017, İstanbul

Çok lezizdi, çok güzeldi, çok vurucuydu. Kuşkusuz, Hasan Ali Toptaş, edebiyatımızın güzide isimlerinden bir tanesi. Birbirinden güzel öykülerden oluşuyor kitap, okudukça sonu gelmesin, hiç bitmesin istiyorsunuz. Sizi sımsıkı sarıp kavrayarak çekiyor içine, kalp ritminizi hızlandırıyor.
 
  Çoğunlukla birbirine benzer şekilde işleniyor birbirleriyle çağrışım içinde olan konular, ölüm-yaşam, soyut-somut gibi. Sonları apayrı bir şekilde sevdim çünkü beklenmeyen ya da beklenme oranından daha düşük bir ihtimalle gerçekleşenlerde etkilenmek çok daha rahat olabiliyor. Öykülerin gizemli ve mistik bir havası olması da insanın içini titreştirebiliyor.

  Çift Çizgi, Yabu ve Ölü Zaman Gezginleri, kuşkusuz, kitaptaki en sevdiğim öyküler oldu.

    Ama, ne zaman doğduğumuz sorulduğunda hep anamızın bacakları arasından çıktığımız tarihi belirtmemize rağmen, artık insanları analardan çok yaşamın doğurduğunu biliyorum. (s.19)
 

  Öyle çoktun ki, yoktun. (s.77)

23 Mart 2017 Perşembe

Yıkıma Giden Adam (The Demolished Man)
Alfred Bester
Sayfa Sayısı: 262
Çevirmen: Barış Tanyeri
İthaki Yayınları
1.Baskı, Nisan 2016, İstanbul

Daha önceden okumadığıma pişman olduğum kitaplardan bir tanesi daha, Yıkıma Giden Adam. Polisiye ve bilim-kurguyu süper bir şekilde harmanlamış Alfred Bester.
  
  Kitap, 24. yüzyılda geçiyor. Ben Reich, evrenin en güçlü adamlarından bir tanesi ve yaklaşık yetmiş yıldır adı sanı duyulmamış bir suç işlemeye karar veriyor: Cinayet. Esper adı verilen robot-insan karışımı canlılar zihin okuyabildiği için insanlar gündelik hayatlarında kelimeyi akıllarından dahi geçiremezken Ben Reich’in bunu nasıl yapacağı ise kocaman bir soru işaretiydi. Ölüm gerçekleştikten sonra ise olaylar daha da psikopat bir hal almaya başlıyor.

  Çok akıcı, samimi ve zekice bir dili var kitabın. O son sayfayı okumadan elinizden bırakasanız gelmiyor. Kitap boyunca art arda bombalar patlıyor, başlarda ve sonlara doğru olmak üzere iki tanesi özellikle beni dumura uğrattı, bazı kısımlarda ise bir neden olmaksızın çok heyecanlandım, tabi ki herkesin reaksiyonu farklı olacaktır. Kimi yerde kitap beni öylesine meraklandırdı ki göz kapaklarımı kırpıp vakit dahi kaybetmek istemedim.  

  Kitapta en sevdiğim karakter ise Jerry Chuch oldu. Çok ama çok az bir kısımda geçiyor lakin Ben Reich’e verdiği o gurur dolu tepkiler beni kendine hayran bıraktı. Elbette sonlara doğru iradesinde gram bir şey kalmamış dahi olsa buradan Jerry’e sevgilerimi gönderiyorum.

  Kitabın alt metninde ise farklı anlamlar yatıyor. Son sayfalara doğru geçmişteki idam cezasından bahsedilerek bunun ne kadar ilkel bir yöntem olduğuna değiniliyor. Hatta karşısındaki insan buna inanmayarak abartılı bir tepki veriyor ve suçluları topluma kazandırmanın önemi göze çarpıyor. Kitapta bu durum beyni tamamen sıfırlayarak yapılmıştı. Diğer bir şey ise hayatlarımızın ne kadar aceleci, ne kadar hızlı ve şehir yaşantısının ne kadar gürültülü olduğu, çok güzel değilinilmiş bunlara da.


  İnsanların yalnızca dışını görebildiğiniz için minnettar olun. Tutkuları, nefretleri, kıskançlıkları, kötülüğü, hastalıkları görmediğiniz için kendinizi şanslı sayın... İnsanların içindeki korkutucu gerçeği nadiren gördüğünüze sevinin. Herkesin gözetleyici olduğu ve herkesin ayarlı olduğu bir dünya, muhteşem bir yer olur... Ama o zaman kadar kör olduğunuz için minnettar olun. (s.256) 

21 Mart 2017 Salı

Dalgalar (The Waves)
Virginia Woolf
Sayfa Sayısı: 254
Çevirmen: İlknur Özdemir
Kırmızı Kedi Yayınları
8.Baskı, Aralık 2016, İstanbul

Fuardeyken stanttaki görevli Virginia Woolf’a başlamak için Mrs. Dollaway ve Kendine Ait Bir Oda’nın uygun olacağını, Dalgalar’ı başlangıç kitabı olarak tavsiye etmediklerini söyledi. Dalgalar’ı aldım.

  Bazen bir şeyi sırf içinizden geldiği için yaparsınız. Bir insanı görünce yakın hissetmek durumu benim için kitaplarda geçerli oluyor. Zaten uzun zamandır merak ediyordum Virgina Woolf’u, ancak hiçbir zaman bu kadar sihirli bir kaleme sahip olabileceğini hayal etmemiştim. Feminist, biseksüel veya intihar etmemiş olsaydı da eğer, bu kadar popüler olur muydu, bir cevap getirmek zor oluyor.

  Kitap boyunca kelimelerin üzerinde yüzüyormuşum gibi hissettim. Kelimelerin kafamdan aşağıya dökülen kovalarca buz gibi ve kaynar sular olduğunu hissettim. Kelimelerle dans ettiğimi, neden bahsettiklerini bilememe karşın çok derin anlamlar yakalayabildiğimi hissettim. Bu kitap için en doğru kelime belki de, hissetmek.

  Birlikte büyüyen, üç erkek, üç kız karakterin çocukluktan yetişkinliğe ve yaşlılığa uzanan yaşamlarını anlatıyor kitap. Bilinç akışı tekniğinin en harika örneklerinden birine sahip, anlamlandıramama hissi bile pek çok şeye değer. Konu varla yok arasında bir şey, belki de bu yüzden çok sevdim bu kitabı. Kurduğu cümleler o kadar sanatsal ve estetik geldi ki bana okurken müthiş bir haz duydum.

  Bölüm bitişlerindeki italikle yazılmış, iki üç sayfalık yazıları sevdim en çok. Öylesine güzel ve etkileyici tasvirler yapılmış ki, hayran olmaktan başka bir şey kalmıyor okuyucuya. Ayrıca, 6 farklı karakter olmasına rağmen dikkatle okunduğunda tek bir ruh olarak tanımlayabiliyoruz onları. Çünkü hepsinin düşünceleri, hisleri ve iç çatışmaları birbirleriyle paralel. Roman şeklinde yazılmış ancak şiirsel bir anlatım taşıdığı için düzyazı-şiir kategorisine koyabiliriz, genellikle karakterlerin benliklerindeki düşünceler ön planda olduğu için de monolog tarzını çağrıştırdığı rahatça ifade edilebilir.
 
Bakışıyoruz; birbirimizi tanımadığımızı anlayıp boş boş bakıyor, sonra gözlerimizi çeviriyoruz. Böyle bakışlar kamçı gibidir. O bakışlarda dünyanın bütün zalimliğini ve kayıtsızlığını hissediyorum. Eğer o gelmezse ben buna dayanamam. (s.101)

Güzelliğin güzel kalması için her gün kırılması gerektiğinden ve o adam da hiç değişmediğinden, hayatı bir porselen denizinde hareketsiz kalıyor. (s.149)

Hayat benim için korkunç bir şeydi. Kocaman bir emici gibiyim, yapış yapış, yapışkan, doymak bilmeyen bir ağız gibiyim. Tam ortada oturan taşı canlı etimden çekip çıkarmaya çabaladım. (s.174)

Ağaç gölgelerinin ve posta kutularının uzağından geçerek istasyondan gelirken, ta uzaktan bile, paltolarınıza ve şemsiyelerinize bakınca, defalarca birlikte geçirilmiş anlardan yapılma bir öze nasıl gömülmüş olduğunuzu fark ettim; nasıl birbirinize bağılı olduğunuzu, çocuklara, otoriteye, şöhrete, aşka, topluma karşı bir tavır sahibi olduğunuzu; oysa ben hiçbir şeye sahip değilim. Benim bir yüzüm yok. (s.192)

Hepsinin giderilmesi gereken bir ihtiyacı vardır. Bir randevuyu kaçırmamak gibi acınası bir mesele, ya da bir şapka satın alma, bir zamanlar onca birlik içinde olan bu güzel insanları birbirinden ayırır. Kendi adıma, benim bir amacım yok. Hiçbir hırsım yok. Kendimi genel akışa bırakacağım. Zihnimin yüzeyi geçenleri yansıtan soluk gri bir ırmak gibi kayıp gidiyor. Geçmişimi hatırlayamıyorum, burnumu ya da gözlerimin rengini, ya da kendim hakkındaki düşüncelerimi. (s.97)

Bireysel yaşamın bütün ayrıntılarından nefret ediyorum. Ama burada tutukluyum ve dinlenmek zorundayım. Üzerimde müthiş bir baskı var. Yüzyılların ağırlığının yerini değiştirmeden kımıldayamam. Bir milyon ok deliyor beni. Küçümsemeler ve alaya almalar delik deşik ediyor. Göğsünü fırtınalara açabilecek olan ben, sellerde boğulmaya neşeyle katlanacak olan ben, buraya mıhlandım; her şeye açığım. Kaplan sıçrıyor. Kırbaç gibi diller üzerimde şakıyor. (s.91)


Benim için gözyaşı döksünler diye sık sık oklarla delik deşik edilerek ölüyorum. (s.37)

18 Mart 2017 Cumartesi

Doktor Ox’un Deneyi (Une Fantasie Du Docteur Ox)
Jules Verne
Sayfa Sayısı: 90
Çevirmen: Alev Özgüner
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
1. Baskı, Şubat 2017, İstanbul

Çocukken çok okurdum Jules Verne, özellikle Ay’a Seyehat ve Seksen Günde Devri Alem kitaplarının yeri çok başkadır bende. Dahiyane bir zekaya sahip ve o döneme göre aşmış tahminlerde bulunan kitapları her yaştan insanın okuması gereken bir kapsayışa sahiptir.

  Doktor Ox’un Deneyi’ni de üç arkadaşımla aynı anda okumak üzere kararlaştırdık ve ben de aldığım gibi bitiriverdim. Mizahi ve samimi bir dile sahip kitap, aynı zamanda dalga geçercesine ve hicivle yazılmış. Bunlar, kitaba yönelik düşüncelerinizi ve sevginizi arttırabiliyor. Kısacık bir şey olduğundan ötürü de rahatlıkla uzun öykü olarak nitelendirilebilir.

  Kitap, Flandre’da, hayali Quiquendone kentinde geçiyor. Bu kentte yaşayan insanlar aşırı derecede sakin, uysal, ağırbaşlı, sessiz, uyumlu, mesafeli ve pek konuşmayan karakteristik özelliğe sahipler.  Bir gün Doktor Ox adında birisi çıkageliyor ve o andan itibaren de yıllar boyunca bu topraklarda hiçbir vakit tepki vermeyen insan soyu, aşırı reaksiyonlar vermeye başlıyor.

  Flandre’yi hayali bir yer sanıyorken kısa bir araştırmayla gerçek olduğunu görmem bir oldu. Kitapta kullanılan, hayali bir ürün olan, hidrojen ve oksijenden oluşan o maddenin bulunduğu topraklarla, insanlık tarihinin ilk kimyasal silahının (Chlorine: Klor) kullanıldığı ova (Flandre) aynıymış!

  Kitapta tempo çok az yükseliyor. Belli bir süre aynı çizgide koruyor kendini, sıkılmak zor çünkü karakterler ilgi çekici, anlatım değişik (üçüncü ağızdan birinci ağzımsı bir şey gibimsi) ve bolca alay içeriyor. Sonlara doğru hafif bir yükselme oluyor ama zaten ardından bitiyor kitap. Tahmin edilebilir ve aceleye gelmiş bir son olmuş, bu açıdan tatmin etmedi beni. Doktor Ox’la da yeterince tanışma fırsatı bulamadık, karakterlerin bir kısmı eksikti sanki, yüzeysel geçilmiş. Uzun uzun anlatılabilecek bir konuya sahipken kısa tutulmuş olması ise bana bir tatminsizlik hissiyatı verdi.

  Kitapta geç birkaç bölüm adı:
“Yazarın Bütün Önlemlerine Karşın Zeki Okur Doğru Tahminde Bulunduğunu Anlıyor”
“Bu Bölümde Olaylar O Denli Uç Noktalara Varıyor ki Quiquendone Sakinleri, Okurlar ve Hatta Yazarın Kendisi Derhal Çözüm Bulunmasını İstiyorlar”
“Bu Bölümde, Yüksek Bir Yerde İnsanların Büyün Bayağılıklarını Geride Bıraktığı Bir Kez Daha Kanıtlanıyor”

  Kitap, aynı zamanda Jacques Offenbach’ın operasına da konu olmuştur: 


17 Mart 2017 Cuma

Dorian Gray’in Portresi (The Picture of Dorian Gray)
Oscar Wilde
Sayfa Sayısı: 276
Çevirmen: Nihal Yeğinobalı
Can Yayınları
24.Baskı, Eylül 2016, İstanbul

  Son zamanlarda okuduğum en sarsıcı kitap oldu Dorian Gray’in Portresi. Oscar Wilde’ın o şahsına münhasır anlatımı, olayların hayret verici bir şekilde kurgulanışı ve bunun sonucunda da okuyucunun kitabın içinde kendini kaybetmesi kaçınılmazdı.

  Kitap, Oscar Wilde’ın ilk ve tek romanı, eşcinsel içerikler barındırdığı için sansürlenmiş. Günümüzde de sansürsüz tek basımı Everest’ten çıkmış durumda lakin o kadar para verecek gücüm yok, Can Yayınları yine de beni tatmin etti diyebilirim. Kitap, Dorian Gray adlı bir gencin ve onun portresinin etrafında dönüyor. Ressam arkadaşı Basil Hallward bir gün onun resmini yaparken Dorian, Lord Henry Wotton’la tanışıyor, güzelliğe ve estetiğe delicesine tapan birisiyle yani. Güzelliği göz kamaştırıcı bir biçimde ve tapılmaya değer birisi olan Dorian, Lord Henry sayesinde bir gün tükeneceğinin farkına varınca, Tanrı’dan bir lütufta bulunuyor: Kendisinin değil, portresinin yaşlanmasını istiyor.

  Henry ve Basil, ikisi birden Tanrı olarak görüyordu Dorian’ı, hata buradaydı işte. Eşsiz, kusursuz bir güzellik abidesi, dünyaya gelmiş en asil varlık, en yüce şey. Bir tarafta Dorian’ın saf ruhuyla güzelliğini özdeşleştirmiş olan Basil varken, diğer tarafta ise günahkar ve saf güzellikteki Doiran’ı gören Henry var. Henry, Dorian’ı küçümserken ve Basil de Dorian’ı yüceltirken hata yapıyorlardı aslında, Dorian’ın sadece Dorian olduklarını göremedikleri için.

   Bu kitabı özel yapan şeylerden bir tanesi Oscar Wilde’ın kendini yazması. Bu cümle aynı zamanda bir edebi yapıtı orijinal kılan şey nedir? sorusuna cevap olarak verilebilir. Oscar Wilde’ın aforizmaları, ideolojileriyle dolup taşıyor kitap, bir nevi yazıldığı dönemde kendini dışavurumu olarak adlandırılabilir. Öyle ki dünyanın bir beş yüz yıllık özlü söz ihtiyacını da karşılamış. Bu sözleri net bir biçimde yazdığı ve fazla fazla oldukları için aynı zamanda dayatma şeklinde algılanabilir lakin buram buram Wilde kokuyor bu kitap. Kadınları küçümseyici ve aşağılayıcı sözlerine asla katılmasam da, biraz empatiyle o dönemdeki ortamı anlayışlı karşılayabiliyorum, yine de bu kadar sarsıcı bir roman yazarından farklı şeyler beklerdim açıkçası. Ayrıca, başlardaki konuşmalar gerçekten etkileyiciyken kitap ilerledikçe diyaloglarda bir sönüklük sezdim, biraz zorlama olmuş sanki. Başlarda karşılıklı konuşmalar önemsenip olay geride tutuluyor, ilerledikçe dengeleniyor ve sonlara doğru da diyaloglar geri planda kalıp olay ön planda tutuluyor.

  Dili çok acıydı kitabın. Sıkılma anını çok uzun tasvirlerin geçtiği ve bana göre “olmasa da olur” şeklindeki kısımlarda yaşadım. Kitap ilerledikçe nokta atışı şeklinde vuruşları oluyor yazarın, korkutucu derecede sarsıcı bir şekilde hem de. Klasik kitaplarda ölüm oranları daha fazladır ancak bu kitapta belki de tavan yapıyor, ve bunların hepsi de o kadar şaşırtıcı ki. Normal bir şekilde okurken birden görüp afallayabiliyorsunuz. Sizi aynı zamanda şaşırtan şey olayların akışı ve o son oluyor. Öyle bir son ki bu, gelmiş geçmiş en etkileyici bitişlerden ilk üçüme rahatlıkla sığabilecek kapasitede. Yazar, sanki bütün bir kitabı o son paragrafa sığdırmış, anlatmak istediği her şeyi o paragrafta yazmış ve okuyucuyla dalga geçercesine gülüyor. Öylesine etkileyici bir sondu işte.
  

  Estetik kaygıyla yazılan pek çok şeyden hoşlanmasam da, Dorian Gray her zaman ayrı bir konumda olacak benim için. 

15 Mart 2017 Çarşamba


Otomatik Portakal (A Clockwork Orange)
Anthony Burgess
Çevirmen: Dost Körpe
Sayfa Sayısı: 168
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
26. Basım, Ocak 2017, İstanbul

  Dört tane psikopat arkadaş, onların tabiriyle “kankalar” var. Lider olarak adlandırılan, aynı zamanda da bizim anlatıcımız, Alex, diğerleri Dim, Georgie ve Pete. Akla gelebilecek her türlü psikopatlıkları ve vahşeti yapabilme kapasitesindeler; tecavüzden tutun da, adam öldürmeye kadar. Sonra, Alex bir gün aynasızlara yakalanıp hapse atılınca olaylar farklı bir yere evriliyor.

  Kitabın konusunu yukarıdaki gibi bir paragrafa sığdırmaya çalıştım ama belli bir konu üzerinden ilerlediğini ifade etmek zor, birtakım temalar üzerinden ilerlediğini söylemek daha mantıklı olacaktır –olabilir.

   Alt metin açısından çok kuvvetli olduğunu düşünüyorum, iyilik ve kötülük sorunsalı baz alınarak oluşturulmuş birtakım şeyler. İyilik yapıldığında sorgulamamak ama kötülüğü defalarca kez sorgulamak. Alex, daha sonra denek olarak kullanılıyor. Bünyesindeki suçu düşürmek üzere önce ilaç veriyorlar, vahşet sahneleri izletiyorlar ve ondan tiksinmesini sağlıyorlar. Alex, bu suçların hepsini önceden işlemiş olmasına rağmen acı çekiyor ve onların da asıl amacı bu zaten, azap çekmesini sağlamak. Bir süre sonra da Alex herhangi bir ilaca gerek duymadan bir mekanizma oluşturuyor. Buradan da insanlara zorla dayattığımız şeyleri bir süre sonra kabullenmeleri, alıştıktan sonra bir baskıya ihtiyaç duymadan kendiliğinden uygulamaları gibi harikulade bir tespite yer verildiği görüyoruz.

  Bu kısma eleştiri olarak da izlettikleri vahşet sahnelerinin ya Alex’in hayal gücüne ait olmasını (ki bir kısımda geçiyordu da bu) ya da kankalarıyla yaptıklarının olmasını isterdim. Daha etkileyici kılabilirdi bu hikayeyi. Alex karakterinin on beş yaşında olması ise malzeme verdi bana, küçük yaştaki bireylerin suça yatkınlık oranının daha fazla olduğunu konusunda.  Klasik müzik ve şiddet arasındaki ilişki ise gerçekten çok düşündürücüydü. Yalnız, bazı kısımlarda tasvir eksikliği de çektiğim oldu.

  Ayrıca merak ettiğim bir şey, ilaç vermeden o görüntüleri izlettiklerinde tepkisi aynı olur muydu? Kendi yaptığımız vahşi şeyler bize sıradan gelebilir ancak bunları başkalarından gördüğümüzde abartılı, dehşete kapılmış tepkiler verebiliyoruz. İnsanın ikiyüzlülüğünün de bir kanıtı bu aslında.

  Kitap üç bölümden oluşuyor. İlk kısımda yaptıkları eylemleri ve yakalanma sürecini okuyoruz, ikinci bölümde hapishane, denek olarak kullanılma dönemi giriyor ve son kısım da şaşırtıcı bir şekilde olgunlaşma safhası olarak adlandırılabilir. Başlarda heyecanla başladı, olaylara odaklı; ortalarda durulmalar sezdim, daha çok final odaklıydı birtakım şeyler ve en son kısımda da söylemek istediği cümlelerin kurgulanışı vardı. Sonlara doğru da verilmek istenen mesaj çok hoşuma gitti.

  Olgunlaşıyoruz. Dün, bize manyak derecede mantıklı gelen bir fikire bugün gülebiliyoruz. Aradan on dakika gibi kısa bir süre geçse dahi değişim bizler için kaçınılmaz oluyor. Bu sadece bizi etkilemekle kalmıyor, çevremizde de bir değişim yaşatıyor. Uzun süreli görüşmemezliklerde karşımızdaki insanı tanıyamayacak raddeye dahi gelebiliyoruz. Bu cümleler de böyle açıkta kaldı gibi ama, olsun.

  Çevirinin de gerçekten çok iyi olduğunu eklemeden geçemem.  Çakozlamak, bokubok, kardeşim, zumzuklamak tarzı birçok sözcüğü kullanarak orijinaline çok yakın bir anlatıma yaklaşıldığı kanısındayım.

Kardeşlerim işte birtakım bok püsür:

  Ama kötülüğün sebebini bulmaya çalışarak tırnaklarını kemirmeleri, kahkahadan kırılmama yol açıyor kardeşlerim. İyiliğin sebebini aradıklarını yok, öyleyse niye tersini merak ediyorlar ki? Madem kimileri iyi insan olmayı seçiyor, madem bundan haz alıyorlar, onlara hayatta karışmam, kimse de bana karışmasın. Ama bana karışıyorlardı. Üstelik kötülük bireye özgüdür, sizlere, bana ve tek tabancalığımıza özgüdür ve bizleri yaratan bizim Tanrı’dır, hem de gururla ve keyifle yaratmıştır. Ama birey olmayan şeyler kötülüğe katlanamazlar, yani devlet ve yargıçlar ve okullar kötülüğe izin veremezler çünkü bireylere izin veremezler (s.35)

hepinizin canı cehenneme, siz iyiden yanaysanız ben iyi ki diğer tarafa aidim pislikler, diye düşündüm. S.63

Bir rüya ya da kabus aslında kafanızın içindeki bir film gibidir o kadar, tek farkı siz de içinde yer alabilirsiniz. S.97

Sınırlamak her zaman güçtür. Dünya bir bütündür, hayat bir bütündür. En hoş ve harika eylemler biraz şiddet içerir... Örneğin, sevişme eylemi; örneğin, müzik. (s.102)

On sekiz genç yaş değildi. Bizim Wolfgang Amadeus on sekizinde konçertolar, senfoniler, operalar, oratoryolar filan, bir sürü bok püsür yazmıştı, hayır, bok püsür değil, ilahi müzik. (s.166)


Bütün mesele, genç olmamdı. Ama şimdi bu öyküyü bitirirken genç değilim kardeşlerim, değilim artık, yo hayır. Alex büyüdü filan, ah evet. (s.168)

13 Mart 2017 Pazartesi


Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra
Barış Bıçakçı
Sayfa Sayısı: 136
İletişim Yayınları
10. Baskı, İstanbul, Ocak 2016


Uzun zamandır okumak istediğim bir kitaptı, Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra. Büyük beklentilerle başladım, bundan dolayı da yeterince tatmin olamadım. Kitaplara başlarken duygularınızı nötr tutmakta fayda var, daha çok beğenirdim böyle olsaydı eğer.

  “Biz de deniz gibiyiz,” dedi Başak, “tek derdimiz yerinden oynatamadığımız taşlar.” (s.126)

 Başak adında bir ressam intihar ediyor bir gün ve bununla beraber hayatındaki diğer insanların farklı zaman dilimlerindeki durumlarını okuyoruz. Çok fazla bölüm var, bundan dolayı daha çok öykü çağrışımı yapıyor kitap. İntiharı bu kadar sade ve duru bir şekilde anlatması, ağdalı cümlelere gerek duymadan sunması hüznünüzü arttırıyor. Her bölüm farklı bir karakterin ağzından olduğu için, okuyucuya da birtakım sorumluluklar yükleniyor, dikkatli okunması gerek kitabın.

  Sadece şunu biliyor: Her şeyi yerli yerinde, tıkır tıkır işleyen bir hayat kurduğunda, o hayatı yerle bir edecek bir felaket kurgulamak farz olur. (s.109)

  Ufak eleştirilerimi de yapmak istiyorum. Tasvirlerin bazı kısımlara oturmadığını, biraz havada kaldığını sezdim. Kitap boyunca Başak’ın intiharıyla ilgili soru işaretleri oluyor, finalle birlikte de bunlar tamamen açığa çıkmıyor. Belirsiz sonlarda yarım kalmışlık hissi çok hoşuma gider ancak bu kitapta diğer karakterlerin üzerinden topladığım kanıtları sağlam bir temele oturtmakta güçlük çektim. Böyle olunca sonlara doğru sendeledim.

    Kurulan naif cümleleri okudukça ve vermek istediği iletiyi hafif hafif yakaladıkça kitabın size karşı takındığı tavır ve sizin ona karşı duyduğunuz samimiyet artıyor. Kitaplarda geçen ve devamlı hissettirilmek istenilen aforizmalar beni normalde rahatsız eder ancak bu kitaba yakıştığı kanısındayım. Tertemiz bir anlatım, pırıl pırıl cümleler. Okuduğum ilk Barış Bıçakçı kitabı oldu, ama son olmayacağına eminim.


  Utanç bizi ikiye böler. İkiye bölünmenin en dayanılmaz yanı, iki parçanın da hala canlı olmasıdır. İnsan herhalde bu yüzden kendini öldürmeye kalkışır. (s.98)

11 Mart 2017 Cumartesi

Bozkırkurdu (Der Steppenwolf)
Herman Hesse
Çeviren: Kamuran Şipal
Sayfa Sayısı: 209
Yaypı Kredi Yayınları
23. Baskı, Ocak 2017, İstanbul

Uzun zamandır okurken bu kadar çok yorulduğum bir kitap hatırlamıyorum. Okuyorum okuyorum, sayfalar geçti gibi gelirken aslında hala aynı sayfada olduğumu görmek acı veriyor. Bundan dolayı da işte 11 günde bitirebildim kısacık kitabı.

İnsanın kendini asması belki zordur, bilmiyorum. Ama yaşamak çok, çok daha zor. (s.83)

Sana bir sır vereyim mi, ciddilik zamana aşırı değer verilmesinden kaynaklanır. (s.93)

  Kitap, Harry Haller adında orta yaşlı bir bireyin toplumun oluşturduğu birtakım sığ ve yüzeysel kurallara uyum sağlayamamasını anlatıyor. Felsefe, müzik ve sanatı seven, yaşam dolu bir insan kişiliği ile hırçın, öfke dolu bozkırkurdu karakteri arasında sıkışmış bir birey bu. İnsanlardan da, yaşamdan da tiksiniyor. Hesse için bir otobiyografik roman sayılabilirmiş bu, Harry Haller’in baş harflerinin yazarınkiyle aynı olması da tesadüf değilmiş.

Soğuktu bu yalnızlık, orası öyle, ama sessizdi, yıldızların içinde dolanıp durduğu uzay gibi harikulade sessiz ve büyük. (s.36)

Beden olarak her insan tektir, ruh olarak asla. (s.56)

  Kitabı okurken felsefik düşüncelerle boğuşuyorsunuz, sizi silkiyor, yoruyor. Okuduğum yorumlarda ilk 60 sayfanın zorlayıcı olduğundan bahsedilmiş, sonrası akıp gidiyormuş ancak ben tam tersi olduğu fikrindeyim. İlk kısımları okuması benim için keyifliydi çünkü ruhsal çözümleme ve felsefi içerikle örülü paragraf oranı daha fazlaydı, Bozkırkurdu Üzerince İnceleme kısmı tek kelimeyle harikuladeydi benim için. Sonra olaylar hafif hafif gelişmeye başladıkça kitabın beni sıktığını, beklentilerimi karşılayamacağını hissettim. Beklentilerimi fazlasıyla karşıladı. 

Gerçekte çekilen acılardan gurur duymak gerekir, her acı bize yüksek bir aşamada bulunduğumuzu hatırlatır.  (s.17)

Ne zaman ki iki çağ, iki uygarlık ve iki din birbiriyle kesişirse, işte o zaman insan yaşamı gerçek bir acıya, gerçek bir cehenneme dönüşür. (s.23)

  Okuyan her bireyin kendinden parçalar bulabileceğini düşünüyorum. Beni en çok etkileyen kısım insanın sahip olduğu benlikler hakkında oldu. Bir kişiden, iki kişiden, üç, dört veya beş kişiden oluşmuyoruz, milyarlarca kişiden oluşuyoruz. Bölük pörçük parçaların bir araya gelmesiyle bir ruh oluşuyor, bu ruhumuz çoğu zaman huzura eremiyor, tamamlanamıyor. Yaşayamayacaklarımız yakıyor canımızı kimi zaman. Karmakarışık bir benliğe sahip olarak hayata atılmaya çalışıyoruz ama maalesef yarım kalan bir şeyler var hep, Harry’de olduğu gibi.

  Çünkü her insan bir değil, on ruhtan, yüz ruhtan, bin ruhtan oluşur. (s.121)

  Kişiliğiniz, içine kapatıldığınız bir hapishanedir. (s.169)

  “Bir insan pek üzgünse, dişi ağrıdığı ya da para kaybettiği için değil, her şeyin gerçekte nasıl, yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hissettiği için üzgünse, gerçekten üzgün demektir, işte o vakit biraz hayvana benzer, o zaman üzgün görünür, ama her zamankinden daha gerçek ve güzeldir bu üzüntü. (s.110)


“Benim de senin gibi olmam. Ben de işte senin kadar yalnızım, yaşamı, insanları ve kendimi tıpkı senin kadar az sevebiliyor, senin kadar az ciddiye alabiliyorum. Her zaman böyle insanlar vardır, yaşama en aşırı istekleri yöneltir, kendi salaklık ve kabalıklarına bir türlü katlanamazlar.” (s.120)

4 Mart 2017 Cumartesi

Burası Tekin Değil
Sine Ergün
Sayfa Sayısı: 88
Can Yayınları
2. Baskı, Eylül 2013, İstanbul

Elime aldığım gibi bitiverdi. Kısacık bir şey zaten, bu aralar da uzun olayların içine girmekte zorluk çektiğim için iyi geldi denebilir. Sine Ergün’ün ilk öykü kitabı olan Burası Tekin Değil, benim de onunla tanışma öyküm oldu.

  Öyküler en fazla 3 sayfa uzunluğunda, akıcı ve sade bir anlatımla sunuluyor okuyucaya. İlgi çekici olduklarını rahatlıkla söyleyebilirim. Bir olay değil de, daha çok karakterlerin belli anları  üzerinden ilerliyor öyküler. Bu açıdan daha önce okumadığım bir tarz olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

  Başlangıçta kendimi kaptırarak ilerlememe karşın ilerledikçe çok tekrar ediyorlarmış gibi bir hisse kapıldım. Sonlara doğru biraz sıkıldığımı ve bıkkınlık duyduğumu da belirtmem gerekiyor. Yine de yazarın diğer kitaplarına göz atacağımı ekleyeyim.


Hayat, dedi, bana, ölmek istiyorum, demiş gibi geldi. Öyle, dedim. (s.32)

3 Mart 2017 Cuma

Kabuk
Zeynep Kaçar
Sayfa Sayısı: 173
Sel Yayıncılık
1. Baskı, Ocak 2017, İstanbul

Öyle ölümcül beni sevmek. Bu kadar kepaze olmak. (s.122)

Art arda okuduğum 9. yerli roman, bir şeye takınca feci takıyorum, işte bu da bir örneği. Zeynep Kaçar’ın ilk romanı olan Kabuk, akıcı olmasının yanı sıra aynı zamanda da çok etkileyiciydi. Kitabı okulda bitirdiğimden, son cümleyi okurken yaşadığım duygusallığın beni biraz zor duruma soktuğunu da burada belirtmem gerekiyor.

sürekli tebessüm ettiğim halde acıdan ölüyordum.(s.79)

  Anneanneden çocuğa, oradan da toruna uzanan bir öykü var karşımızda. Üç kadının ağzından, üç kuşaktan anlatılıyor. Anneanne 33 yaşındayken, yavrusu 33 yaşına geldiğinde, torun 33 olduğunda ve nesilden nesle aktarılan birtakım şeyler de var elbette. Delirme eşiği ve çekilen acılar. Kitap genel olarak kadınları kapsadığı için de sadece bu üç insandan değil, teyzeler, diğer kardeşler, çocuklar vs. üzerinden de yürüyüp gidiyor, kocaman bir aile var içeride yani. Birisi güzelliğe saplantılı, birisi terk edilmiş, birisinin yüzü gözü yanmış, bir tanesi delirmiş, birisi çekip gitmiş ve aile üyeleri (bu kadınlar) her ne kadar birbirleriyle bağlantılı da olsa her birinin öyküsü ayrı bir can yakıcı.

Ama insan Tanrı tarafından terk edilir bazen ve o zaman çok özgür olur. Artık suç yoktur, günah yoktur, ayıp, merhamet, umut yoktur. Ve insan bir başına kalır. Kendiyle. Kendi denilen o garip varlıkla. (s.123)

  Yazarın kimi yerde virgülsüz kullandığı sözcükler kitaba ayrı bir hava katmış. Küfürlü ve argo sözcüklerin beni zerre rahatsız etmediğini, aksine samimiyet dozunu daha fazla arttığını söylemem gerekiyor, kitaba bağlanmam daha rahat oldu. Kitap ilerledikçe aynı temponun korunması ve hatta daha da yükselmesi artı bir durum ancak entrika içeren durumlardan pek haz etmiyorum. Gerçi pek entrika da denemez ancak yine de Füsun ve Meriç kısımları beni rahatsız etti, bunun tamamen kişisel olduğunu da ekleyeyim. Diğer bir nokta da bu üç karakterin de anlatım tarzının birbirine çok benzemesi oldu, kimin kim olduğunu ayırt etmeme rağmen ufak bir olumsuzluk teşkil edebilir bu okuyucu için.

Çünkü dil susunca gözler aşağılamaya başlar. (s. 30)
  
   Toplumumuzda her şeyde bir kusur bulma hastalığının zirvede olması ve kitapta bunun ele alınması bence nefis olmuş. İnsanları birtakım yargılara boğarak onların hayatlarını karartma, yersiz ve gereksiz eleştiriler, kadınlara dayatılan birtakım saçma sapan şeyler vs. İnce ince ama bence çok sarsıcı olarak işlenmiş. Çok içten ve derin bir kitap bu.

Hayat gelir ve geçer. Ağır ve karanlık ve yorucu ve uykusuz ve zalimdir hayat. Umduğunla başına gelenler arasında dünyadan güneşe uzanan yol kadar mesafe vardır. Hep mutlu olmayı ummak kocaman bir aptallıktır. İnsan sadece kendi olmalıdır. Kendi denilen şey neyse o. (s.106)


Sanırım kafayı sıyırdım da ekmek banıyorum dibine. (s.145)