O Adam Babamdı
Altay Öktem
Sayfa Sayısı: 196
Esen Kitap
1. Baskı, Şubat 2015,
İstanbul
Kapak Resmi: Bahadır Baruter
**
“Kaderin bağı, naylon bir
ipin bağından daha kuvvetlidir, küçük bey. İnsan kaderinden kaçamaz.” (s.161)
Okuduğum en güzel kitaplardan bir tanesiydi, yerli kitaplardan ifadesini
kullanarak sınırlandırma yapmak istemiyorum çünkü harikalığı evrenselliğe
ulaşabilecek boyutta. İnce ince işlenmiş o detaylar, bir kısmının oturduğum
bölgede geçmesi, karakterlerin zarifliği, tarihten unutulmaya yüz tutmuş insanlar
ve kelimelerle baş döndürücü bir dünya yaratılmıştı. Bahadır Baruter’in
çizimiyle de ayrıca, muhteşem bir kapak tasarımı ortaya çıkmış, çok fazla
bakarsanız halüsinasyonlar görmeye başlayabilirsiniz.
Kitap, babasının hala
yaşadığından haberdar bile olmayan bir adamın, annesiyle yaşadığı evde bazı
takvim yaprakları bulması, bunları soruşturarak babasının yerini öğrenmesi, kimliğini
ifşa etmeksizin bazı sırların kapılarını aralamak üzere Bakırköy Akıl
Hastanesi’ne yaptığı bir ziyaretle başlıyor.
Yaşananları değiştirmek
imkansızdı ama onları bilmemek, öğrenmemeye çalışmak, habersizmiş gibi
davranmak da yaşananları değiştirmeyeceği gibi, acılarımızı da hafifletmiyordu.
(s.7)
Babası, Haydar Bey, naif,
kibar, Türkçeyi elinden geldiğince düzgün kullanan bir beyefendi, gerçek bir
beyefendi ve aynı zamanda da bir seri katil. Katil olmasına aldırmayın, onu
yadırgamayın veya küçümsemeyin çünkü o, gelmiş geçmiş en hassas katillerden bir
tanesi. Aynı zamanda da tam bir centilmen. Haydar Bey, karısından tutun da kedisi
Sacide’ye kadar pek çok canlıyı öldürüyor. Peki, bu cinayetleri neden işliyor?
Aralarında nasıl bağlantılar var? Haydar Bey’i suça teşvik eden şeyler neler?
Önceden bir katille ilgili
daha böyle bir şey okumuştum, hayvanlara yönelik cinayetler çocuklar üzerinde
derin etkiler bırakabiliyor. Bu kitapta da öyle ancak Haydar Bey’e etkiyen, onu
bu eyleme iten şeyin tamamı elbette bu değil. Haydar Bey’in tek parmağı, kasap
babası tarafından bir kaza sonucu kesiliyor, çok acı verici bir andı. Hatay
kasap ayaklanmasında babasının konumu, ailenin Haydar Bey’e yönelik tepkileri
de bazı şeyleri tetikliyor, onu benliğinden kopartarak başka bir hale sokuyor. Hapishanede
yattığı dönemde uğradığı ve benim de kanımı donduran o taciz vakası (taciz
iddiası demeye dilim varmıyor) da canını yakan şeylerden bir tanesi.
Sıhhiyeci Şahap da sevmişti
aslında. Başka emelleri de olsa, yine de sevmişti. Yoksa, ateşi yükseldiği gece
başucunda sabahlar, iyileşmesi için bunca çaba gösterir miydi? (s.104)
Uğradığı taciz anı
hayatına bir gülle gibi düşmüş olmalı. Bir gün hapishanede, revirde uyanıyor ve
görüyor ki, uzun zamandır kendisiyle sohbet etmeye çalışan bir görevli
bacaklarını okşuyor! Burada çocuk tacizciliğinin ülkemizdeki konumuna da dikkat
çekilmek isteniyor aslında, kimsenin can güvenliği yok, kimseye güvenmeyin,
çocuklarınızı emanet etmeyin. Okurken tüylerim diken diken oldu ama daha
sonrasında aldığı intikam, insanın içindeki sadist duyguları da
uyandırıyor.
Bir cam, aynı ebatta bile
olsa, eskisinin yerini tutmuyor. Ona temas eden, yapışıp kalan hatıralar var
çünkü. (s.35)
Haydar Bey’in öldürdüğü
insanlar da aynı zamanda çok dikkatimi çekti. Diyelim, birisi sizin kalemliğinizden bir silgi çaldı, siz de ona eş değer bir
şey çalarsanız bir nevi eşitlik sağlanmış olur, suça suç eşitliği. Türkiye’de
tabi ki eşitlikten bahsedemeyiz, bunu bir kurgu olarak farz edelim o zaman. Bu
konumda Haydar Bey biraz üste çıkarak, direkt, karşısındaki insanın kalemliğini
yakarak bir adalet sağlamaya çalışıyor, her durumda geçerli değil yalnız bu.
Kitap üzerinden gidersem,
Haydar Bey’in öldürdüğü insanlar ona veya sevdiği bir kişiye zarar verme
teşebbüsünde bulunmuş insanlar, kimseyi sebepsiz yere öldürmüyor. Babasını
öldürüyor, çünkü annesine zarar vereceğine kanaat getirmiş. Topunu atarak
camını kırmış olan çocuğu öldürüyor çünkü kendisiyle dalga geçti. Efsanevi
eflatun bikiniyi aldığı dükkanın sahibi kendisinin ardından kısır kısır gülüyor
ve Haydar Bey onu öldürüyor çünkü kendisini aşağıladı. İlk karısı Macide’yi
öldürüyor çünkü kendisini küçümsediğini, onu bırakmak istediğini söyleyerek
Haydar Bey’i kıstırıyor. Kedisi Sacide’yi öldürüyor –ki bence burası tuhaf bir
kısım, çünkü Sacide’nin yaptığının ihanet olduğunu söylemek biraz güç olur- çünkü
Katibe Hanım’a saldırıyor. Bu kısımda görünen o ki, uzun zamandır sevdiği bir varlığın,
kısa zamandır sevdiği bir varlığa saldırması dahi, saldıran tarafı
haksızlaştırıyor ve saldıran yok olmaya mahkum oluyor. Sanırım Haydar Bey,
adaletsizliğe pek katlanamıyor.
Kuvvetli olan, cebinde parası olan fizik
kaidelerini bile değiştirebiliyordu işte. (s.14)
Türkiye’deki bazı
sorunları da aslında bu kitapta görebiliyoruz, bazı toplumsal sorunlar. Altay
Öktem’in ropörtaj(ları)ını okurken pekiştirdim bunu. Türkiye aslında kriminal bir toplum, diyor, Biraz dikkatli bakarsak bu toplumda bir sürü Haydar Bey var aslında. Ya
da herkesin içinde bir parça Haydar Bey’lik var. Haydar Bey’i, aynı zamanda
bizim insanlarımızı da suça teşvik eden şeyler belli, güçlüye itaat, güçsüzün
ezilmesi, aşağılanması hor görülmesi. Modern Türk aile yapısında bile her zaman
kendinden büyük olana koşulsuz şartsız itaat etmelisin, yoksa sonuçlarına
katlanırsın anlayışı hakim. Başındaki iktidara da itaat etmelisin, yoksa
sonuçlarına katlanırsın ve sen bir kölesin.
Bazılarının iddia ettiği
gibi tarih tekerrür etmez. Lakin tarih tahmin bile etmediğiniz bir anda, aksi
istikamete meyledip insanları, hatta cemiyetleri bile yerle yeksan edebilir.
(s.181)
Kitapta Esat Adil adında
bir karakter geçiyor, Esat Adil Müstecaplıoğlu veya dediğim gibi, Bakırköy Akıl
Hastanesi’nde yatan Macide Hanım, yahutta Hatay kasap ayaklanması. Bunlar,
tarihimizde yaşanmış şeyler, kişiler, olaylar; sadece denizin derin sularına
gömülmek üzere yavaş yavaş dibe ilerliyorlar. Bunları kitabın içinde görmek ve
gerçekten yaşamış olduklarını görmek öyle bir haz veriyor ki, anlatamam.
Aziz Nesin adlı bir
muharririn seneler sonra, Benim Delilerim adlı neşriyatında bu mevzudan
bahsettiğini, Macide Hanım’ı da kitaba
dahil ettiğini söylediler. (s.176)
Bir şahıs Bolşevik’se,
vatanı müdafaa etmeye kalksa dahi vatan haini olarak kabul ediliyor; eğer
Bolşevik değilse, vatanı satsa da vatanperver oluyor. (s.62)
Hiçbirinin hakikatle alakası
yok. Benim anladığım şu: Macide Hanım’ın esas acizliği fazla miktarda suskun
olmasından mütevellit. Sükunet hastalığı varmış kendisinde. Lakin sükunet bir
illet değil, erdemdir. (s.176)
Yazar cinayet anlarını
muhteşem yazmış, harikalar yaratmış. Altay Öktem’in zaten tıbbi bir geçmişi
olduğu için bu avantaj olarak kitaba çok güzel bir biçimde yansımış. Haydar
Bey’in cinayet aletleri olarak kullandığı cam, tırnak masası gibi aletlerle
cinayete teşebbüs ettiği sahnelerin betimlenmesi adeta size o anı yaşatıyor.
Hani o tırnak makasıyla gözünü çıkardığı kısım, kafasını kopardığı sahne,
tacizcinin anlına çivi çakma anı filan.
Zamanın geri döndürülüp
döndürülemeyeceğini bilecek kadar çok okuyamamıştı ama zamanın olduğu yerde
sabitlenebileceğini tecrübeyle öğrenmiş oldu o akşam. (s.110)
Kitapla ilgili bir
eleştirim olacak ayrıca, Katibe Hanım ile Haydar Bey’in ilişkisi bana çok
aceleye alınmış gibi geldi. Tabi ki spontane bir şey olması gerekiyordu, Katibe
Hanım’ın sapkın ruhunun bir anda açığa çıkması gerekiyordu ama biraz daha
ayrıntı olmasını isterdim açıkçası. Sayfalar sürmesine gerek yok, bir iki ek
sayfayla belki daha iyi bir pekiştirilme yapılabilirdi, o zaman daha fazla
tatmin olabilirdim.
İnsanı dumura uğratan
sonlara bayılıyorum, kitap boyunca olayların birbirinden bağımsız gibi görünüp
en sonunda yazarın ters köşe yapması veya öyle bir cümleyle bitirmesi ki sizin
ters köşe olmanız, şaşırıp kalmanız. Bu kitap da ikisi de vardı.
Yarın şöyle bir Bakırköy
Akıl Hastanesi’ni turlayıp Haydar Bey’i yad edeceğim, Haydar Bey, çok daha iyi
bir hayata layıktı.
Ükümet dediğin siyasi bir teşekkül. Esat Müdür de okumuş adam, fazla
okuyup da epey bir mevzua muktedir olunca ayırlısı olmuyor galiba. (s.62)