31 Aralık 2016 Cumartesi

Komünist Manifesto
Karl Marx-Friedrich Engels
Sayfa Sayısı: 136
Çevirmen(-ler): Celal Üster-Nur Deriş
Can Yayınları
23. Basım, Kasım 2016, İstanbul
--

  Kitap aslında dün bitmişti, ancak elektrikler kesik olduğu için, malum, yorumu yazmak için bugün oturabildim.

  Siyasi kitaplar şu sıralar daha çok ilgimi çekiyor çünkü kafamda bazı şeyleri oturtmaya ve yavaş yavaş birtakım fikirleri benimsemeye başlıyorum. Kendimi saptırdığım gibi büyük ihtimal bu blogu da yavaş yavaş tarafıma çekeceğim. Zaman gösterecek.

   Komünizmle ilişkilendirilen ilk bildirge olarak bu kitap gösteriliyor. Komünist ideolojinin amacını, yapması gerektiği şeyleri söyler ve proletaryanın burjuvazi/aristokrasiyi bir devrimle yok ederek toplumun sınıfsızlaşmasını ileri sürer. Komünist felsefenin de temelidir aynı zamanda.

  İlk 40 sayfada yazarların hayatları, önsöz, çeşitli açıklamalarla dolu, son 40 sayfa ise diğer basımlarda yer alan önsözler ve notlarla bezenmiş. Yani kitabın adıyla bağdaştırılabilecek kısım sadece 40 sayfa kadar bir alanı kaplıyor. Ek bilgi sahibi olabilmek amacıyla doyurucu bir faaliyet olduğunu düşünüyorum, yine de tartışılır.

  Kitapta bahsedilen bir diğer şey ise Türkiye'de bu kitabı basmanın getirdiği acı verici sorumluluklar. Türk Ceza Kanunu’nun bilmemkaçıncı maddesine göre yargılanabilir, hapsi boylayabilirsiniz ve emekleriniz bir hiçe dönüşebilir. Aslında bu bir nevi düşünce özgürlüğü denen şeyin ülkemizde ne kadar pisleşmiş ve yozlaşmış olduğunun kanıtıdır. Bireysel hiçbir özgürlüğün olmadığı, insanların kendilerini ifade edemediği o muhteşem ülke, Türkiye.

  Kitap, 4 kısıma ayrılmış. İlk iki bölümden kısaca bahsetmek istiyorum.

  İlk bölüm Burjuvalar ve Proleterler. Burjuvazi’nin yaygınlaşmasıyla başlayan süreçte her şeyi itaatleri altına alma, her şeyi sömürgeleştirme, kendi istediği bir biçimde dünya yaratarak Proleter kesimi insandan saymamalarına değiniliyor. Modern sistem geliştikçe emekçinin aldığı o vahim durum ise o kadar üzücü ki.

  “Emekçiler burjuva sınıfı ve burjuva devletinin köleleri olmakla kalmazlar; her gün, her saat makineler tarafından, denetçi tarafından, en başta da burjuva fabrikatörün kendisi tarafından köleleştirilirler.” (s.58)

  İkinci bölüm Proleterler ve Komünistler. Komünistlerin aslında Proleterlerle ortak bir noktada kesiştiğini, çıkarlarının aynı doğrultuda olduğuna değiniliyor. İki taraf da özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasına karşı bir mücadele verdiği için de doğruluk payı elbette yüksek derece. Bölümün sonlarına doğru yer alan 10 adet önlemin de dikkatlice okunması gerekir.

  Yukarıda gördüğümüz gibi, işçi sınıfının devrimde atacağı ilk adım, proletaryayı egemen sınıf durumuna getirmek, demokrasi savaşını kazanmaktır. (s.75)

    Okudukça birtakım şeyler sizi kendine çekiyor ve aslında verilen savaşın ne olduğunu daha rahat kavrayabiliyorsunuz. Günümüzde kapitalist sistemin insanları ne kadar sömürdüğü, emekçileri ise insandan saymadığı malum. Okunması gerekir.

  “BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ, BİRLEŞİN!” (s.92)

28 Aralık 2016 Çarşamba

1984 (Nineteen Eighty-Four)
George Orwell
Sayfa Sayısı: 350
Çevirmen: Celal Üster
Can Yayınları
57. Basım, Kasım, 2016
--

“Proleterler insan,” dedi sesini yükselterek. “Biz insan değiliz.”  (s.183)

Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir. Buna izin verilirse, arkası gelir. (s.94)

  Popüler olan her şeyi tüketmek garip bir haz duyuyoruz çünkü beyinlerimizin başkaları tarafından kontrol edilmesi bize garip bir haz veriyor. Kitap alacağımız zaman ilk olarak koşa koşa çok satanlara doğru ilerliyoruz çünkü sürüden bağımsız olmak demek, özgürlüğe sahip olmak demektir ve biz özgür iradeden tiksiniyoruz.

  Açlık Oyunları’nı istediğimiz için okumuyoruz, Dövüş Kulübü’nü sevdiğimiz için izlemiyoruz veya McDonalds’a güzel yemekleri olduğunu düşündüğümüz için gitmiyoruz. Uyuşturulmaktan zevk aldığımız için yapıyoruz bunu, farkındalık boyutumuzun yerlerde sürünmesi bizi iyileştiriyor ve böylelikle beynimizi kullanmamış olmaktan büyük bir haz duyuyoruz.

Hayatında ilk kez, bir şeyi gizli tutmak istiyorsan onu kendinden de gizlemen gerektiğini anlıyordu. (s.305)

  Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü okuduktan sonra sanal veya reel ortamlarda çokbilmişlik taslamak da epey hoşumuza gidiyor. Okuduktan hemen sonra Facebook/Instagram/Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinde “yaa çok etkilendiim benn, artıkk farklı bir insaan olucam .ss” tarzı söylemleri yaparak büyük bir ironi oluşturuyoruz aslında. Ertesi gün de hiçbir şey olmamış gibi Starbucks’a giderek entellik taslayabiliyoruz. O kadar ikiyüzlüyüz ki, kitabın eleştirdiği şeyi anlamış gibi yaparak bir nevi yönünü bile saptırabiliyoruz.  Oysa ki ne demek istediğine dair en ufak bir fikrimiz bile yok.

  Kitap bir nevi karşı ütopya sunuyor bize, yani distopya. Bireysellik tamamen yok olmuş, özel hayat diye bir şey kalmamış, maneviyatınız sömürüye kurban gitmiş ve yapmanız gereken tek şey itaat etmek olmuş. Çünkü Büyük Birader sizin her hareketinizi izliyor, her söylediğinizi duyuyor ve hatta bir nevi düşüncelerinize bile hak iddia ediyor.

  Bu kitap bir ülkeyle bağdaştırılsa tarzı bir yoruma genellikle Kuzey Kore adı altında cevap veriliyor. Tamam, doğruya doğru, ama siber ortam bu kadar meşhur olduktan sonra hangimizin böyle olmadığı tam olarak söylenebilir? Yaşadığımız ülkede, Türkiye’de ise bu kitaptan tamamen bağımsız bir konum geçerli kılabilir miyiz kendimize?

Büyük Birader’in gözleri paranın üstünden bile sizi izliyordu. Paraların, pulların, kitap kapaklarının, bayrakların, posterlerin, sigara paketlerinin üstündne... her yerden. Hep sizi izleyen o gözler ve sizi sarıp kuşatan o ses. Uykuda ya da uynaık, çalışırken ya da yemek yerken, içeride ya da dışarıda, banyoda ya da yatakta... kaçış yoktu. Kafatasınız içindeki birkaç santimetreküp dışında, hiçbir şey sizin değildi. (s.39)

  Winston, Julia’yla tanışır. Ondan korkar ilk başta ama bulduğu notta Julia ona sevgisini itiraf etmektedir. Buluşurlar, severler, tutkuyla bağlanırlar ve aşık olurlar. İnsanların birbirini arzulamasının yasak olduğu bir ortamda yakalandıkları an sonlarının geleceklerini bilmelerine rağmen arkalarına bile bakmazlar. Sonu ise pek hayalimizdeki gibi olmaz. Winston işkenceye uğrarken Julia’yı ispiyonlamış, ne yapacaksanız ona yapın, demiştir. Julia da aynı şekilde karşılık vermiştir ve fiziksel acının insanlar üzerinde oluşturduğu en yüksek zarar seviyesi görülmüştür.

Jula, birden, “Sana ihanet ettim,” deyivermişti.
“Sana ihanet ettim,” demişti Winston da. (s.316)

“İnsan insana nasıl hükmeder, Winston?”
  Winston, biraz düşünüp, “Açı çektirerek,” dedi. (s.290)
  
  Burada değinmek istediğim birkaç nokta var. Sevgi her şeyden üstündür, cümlesini her daim sapına kadar savunurum ama olayları okurken ön yargılarım paramparça oldu. Evet, sevgi çok büyük ve kuvvetli bir şey, birçok engeli aşabilir ama işkenceyi ve acıyı ne kadar aşabileceği malum. Bu kadar baskıcı bir ortamda sevdiğiniz kişinin canının yanmasını isteyecek kadar bencilleşmek ise bir o kadar da ürkütücü. İnsanın doğasının vahşiliği biraz da burada görülüyor işte.

  Otoriteye karşı çıkmak için birtakım faaliyetlere girişiyor Winston, ama yakalandığında ise ona bu yolda eşlik edenler tarafından sırtından bıçaklanıyor. Çoğu zaman olan şey bu değil mi zaten? En güvendiğimiz insanlar, bizi en iyi tanıyanlar, bizi en çabuk yaralayabilecek ve canımızı yakabilecek özelliğe sahiptir. Çünkü her şeyimizi bilirler.

  Celal Üster’in de dediği gibi, bizi pes ettiren şeylerden bir tanesi, “Elalem ne der?” anlayışı. Bu sadece kitaba özgü bir şey elbette değil, özellikle şu anki dünyamızda toplumun insan üzerindeki etkileri daha iyi saptanabiliyor. Bir şey yapacağız, deli gibi istiyoruz ama “haydaa, onlar ne der” moduna giriyoruz. Winston’u baskı altında tutabilecek kapasiteye sahip kişiler (kişiliksizler belki de) olmasaydı, ilerlediği yol şu an için çok daha farklı olabilirdi.

 Sevdiğim diğer bir şey ise sizde büyük bir afallama yaratması. Bu tarz kitapları okumayı seviyorum ama okurken bir tahminde bulunmuyorum, çünkü sonunun pek şaşırtıcı olamadığı kanısında oluyorum. Genelde beklediğim de oluyor ama bu kitap genellemelerin dışında. İhanet eden o iki kişiyi öğrendiğim zaman geçirdiğim şok paha biçilemez. Mutlu bir son da beklediğim pek söylenemezdi fakat böylesine vurucu olduğunu zerre tahmin etmemiştim. Ağır bir şok dalgasının altında hiçliğe karışıverdim galiba.

  Günce tutamazsınız, asla. Bunu yapmak yasadışı değil, yasadışı diye bir kavram yok ama ölüme mahkum olmanız ve işkence görmeniz kaçınılmaz. Düşünemezsiniz. Partiye karşı çıkmayı, Büyük Birader’e karşı en ufak bir nefret beslemeyi aklınızdan bile geçiremezsiniz. Bu yasadışı değil, direkt ölüm olarak sicilinize işleyecektir. Eğer bir siciliniz varsa tabi.

Düşüncesuçu, ölümü gerektirmez: Düşüncesuçununn KENDİSİ ölümdür. (s.40)

  Bir de şu var. Winston ve sahte yandaşları konuşurlerken bunlar soruyorlar işte:

“Peki, çıkarlarımız bir çocuğun yüzüne kezzap atmayı gerektirirse, bunu yapmaya hazır mısınız?

“Evet.” (s.191)

  Winston’un verdiği cevap pek çoğumuza aşırı derecede vahşi görünmüştür, çünkü bana öyle göründü. Bütün engelleri aşarak bir şeylere ulaşmayı hedeflesek bile masum insanlara, özellikle de çocuklara zarar vermek iğrençlikten başka bir şey değildir.

  Ama,

  Ama. Ama. Bir ama var tabi ki. Winston yakalanıp Sevgi Bakanlığı’na (aslında nefret) götürülüp hücreye tıkılıdığında bir adamla karşılaşıyor. Bu adamın ölmek için sırada beklemesinin nedeni de, uykusunda Büyük Birader’den nefret ediyorum, diye sayıkladığı sırada 7 yaşındaki ufacık kızı bunu duyuyor ve yetkililere ihbar ediyor ve adam neredeyse ölüme mahkum. Sonra da diyor ki, demek ki iyi bir evlat yetiştirmişim ki beni şikayet etmiş, kendimden utanıyorum ve kızımla gurur duyuyorum.

  Bu o kadar büyük bir ironi ki aslında, siz anlayın.


  “SAVAŞ BARIŞTIR, ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR, CAHİLLİK GÜÇTÜR.”

26 Aralık 2016 Pazartesi

The Grass is Singing
Doris Lessing
Penguin Readers
Page: 61
---

  Doris Lessing, 2007 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne layık görülmüş Britanyalı bir yazardır. İngilizce dersi için kısaltılmış versiyonunu orijinal dilinden okudum ve tadı damağımda kaldı. Şu hali bile beni kendine çekmeye yetiyorsa, tam metnini okumak kim bilir neler hissettirecektir.

  Mary, cıvıl cıvıl, mutlu ve hayatı seven, orta yaşlı bir kadındır. Ancak bir gün arkadaşlarının onun hakkındaki konuşmalarına şahit olur ve bu onda büyük bir yıkım yaratır. Çünkü arkadaşları onun evlenemeyeceğini, hala on sekiz bir genç kız gibi davranmasının komik olduğunu söylemektedirler. Böyle olunca o da hemen harekete geçerek önüne çıkan ilk erkekle evlenir: Dick Turner. Çiftliğe yerleşerek yeni bir hayata atılan Mary, burada hiç tahmin etmediği gerçeklerle yüzleşecek, delirmenin eşiğine gelecektir.

   1940’ların Zimbabvesi’nde geçiyor. Beyazlar siyahlara egemen, onlardan üstün ve güçlü olarak kabul görülüyor. Kentsel yerleşim yerleri gelişmiş olarak nitelendirilebilirken, kırsal alanlardakiler ise yoksullukla boğuşuyor. Vahşi yaşam ve hayatta kalma mücadelesi çok güzel tasvir edilmiş. Mary’in eve ilk geldiği andaki şok anı ise tek kelimeyle mükemmel.

  Ana konu olarak ırkçılık ön planda kabul ediliyor, fakat ben erkek egemen zihniyetin diğer cins üzerindeki etkilerinin daha baskın olduğunu düşünüyorum. Kadına dayatılan fikirler, kadınların küçümsenmesi, Mary’nin çocukluğunda yaşadığı acı verici olaylar ve yetişkin olduğu dönemde bile iradesizleştirilmiş bir birey olması. Son kısımda kendisine karşı gerçekleştirilen saldırının ise yine bir erkek tarafından yapılması bunu destekliyor.

  Moses’a –bir siyahi olmasına karşın- çekim hissetmesinin nedeni ise korunmaya muhtaç olması. Zeki, mantıklı ve hoş bir kadınken bir anda içine gizlenmiş birtakım ırkçı saldırıların ortaya çıkması ise hapis yaşamı sürdüğü ortamda bir nevi dışavurum olarak adlandırılabilir. Kendini ifade etmek istiyor, bir şeyleri haykırmak istiyor ama izin verilmiyor. İçindekileri de ancak nefret biçiminde kusabiliyor, o kadar acı bir şey ki bu.

  Geçmişte yaşadığımız bazı olayların bizim bilinç altımıza yavaş yavaş işleyerek harekete geçmesi ve ileride büyük sarsıntılara yol açması gibi bir tespite yer verilmesi ise hayranlık uyandırıyor.

  Türkçeye “Türkü Söylüyor Otlar” olarak çevrilmiş ve şu an için bir baskısı yok. Can Yayınları tarafından 2004 yılında çevrilmiş. Ancak bu demek değil ki hem reel, hem de sanal ortamı talan etmeyeyim.

  Tavsiye ederim.

24 Aralık 2016 Cumartesi


12 Mart İhtilalin Pençesinde Demokrasi
Can Dündar-Bülent Çaplı-Mehmet Ali Birand
Sayfa Sayısı: 296
Can Yayınları
1. Basım, Şubat 2016, İstanbul
---------------------------------------

  Okuduğum en aydınlatıcı ve acı verici kitaplardan bir tanesiydi. Sizi sarsıyor, geçmişe ışık tutuyor ve birtakım temel bilgilerle donanmanızı sağlıyor. Ancak bunları öğrenirken de üzülmüyor değilsiniz. Demokrasinin zedelenmesi için atılan adımlar içimi parçaladı. Önceki yazımda bahsettiğim gibi (Bkz: Soner Yalçın, Galat-ı Meşhur) bunu da babam alıp okumuştu. Bitirmesi bir ay sürdü, bitirince de okumamı kesinlikle önerdi. Ben de iki günde silip süpürüverdim.

  Kitap, Menderes’in idamıyla başlıyor, Talat Aydemir’in başarısız olmuş iki darbesine, iktidardaki partilere değiniyor. Sağcılar, solcular, işçiler ve eylemler, ülkenin kötüye gittiğini düşünen askeriyenin darbe için yaptığı hazırlıklar. Deniz Gezmiş’i kitapta görmek, Bülent Ecevit’le karşılaşmak ve bunun gibi pek çok şeyin birbiriyle bağlantılı olmasının beni dumura uğrattığını söyleyebilirim. Çünkü hepsinin hayatına dair bildiğim ufak ufak şeyler bir kartopu misali dağdan inerken çığa dönüştü. Ufkum iki katına çıktı. 

  Ayrıca o kadar objektif ki, böyle bir çalışma hazırlanırken tarafsız kalmak gerçekten büyük bir sabır ve irade istiyor. Bir kitap yazmak ve bunu insanlara bilgilenmeleri için sunmak ne büyük erdemdir! Gerçek gazeteciler, araştırmacılar böyle durumlarda belli oluyorlar işte.

  Çok arada bir yerde geçiyor ama dikkatimi çeken şey başörtüsü yasağı ve şort giyen kızlara yönelik tehditler. 1960’larda başlayan bu iğrenç düşünce sisteminin günümüzde evrilmiş halini görüyoruz. O dönem mecliste yankı yapmış şeyler şu günlerde bize o kadar normal geliyor ki, tiksinmemek ve üzülmemek elde değil.

  Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün bizlere armağan ettiği bu cumhuriyeti yıkmak isteyenler işte o zamanlarda çıkıyor meydanlara. Atatürk’ün dört adet heykel, büstü Nurcular, dinciler tarafından yağmalanıyor ve cumhuriyete yönelik en iğrenç tehditlerden birisi yapılmış oluyor. Atatürk hedef alınıyor. Genelde 20-30 sene önce başladı bunlar dediğimiz şeyin kökeni büyük ihtimalle Atatürk’ün ölümüyle beraber başlamış.

  Kitabı okurken ise hayret etmemek ve ağzınızın açık kalmaması elde değil. Burası Türkiye mi? diyorsunuz kendi kendinize. Her gün bir olay, her gün bir acı, her gün ölüm ve karışıklıklar. Her seçime bir darbe engeli, her defasında demokrasiyle veya demokrasiye karşı veya ne idüğü belirsiz bir savaş dönüyor. Anlamlandırmak çok zor ve o zamanki insanların hisleriyle bir nebze olsun empati kurabilmek.

Siyasi idamları aynı İnönü’nün de söylediği gibi doğru bulmuyorum. Ülkeye yönelik terörist bir hareket olmadığı, kimsenin canına kast edilmediği sürece bazı şeyleri birilerinin yaşamlarına mal etmek çok sadistçe.

  Hafif duygu sallantısındayım bir yandan da. İstilalar oluyor onlarca, darbeler, öldürülmeler ama kitabın son sayfalarını okuduğunuzda görüyorsunuz ki bu olayların içinde geçen, bizim için önem arz eden/etmeyen herkes ölmüş. Bu kadar işte, bıçak sırtında geçen bir hayat yaşamışlar ve sonra her şey bitmiş. Tam mutlu son olduğunu düşünecekken bizi ters köşe yapan kitaplar gibi, hayatın bununla alakasının olmadığını fark edemiyoruz ama. Yaşadıkları/yaşattıkları kadar huzur içinde uyusunlar.

  “Liderler bazen zaferlerden, bazen de yenilgilerden doğar.”

21 Aralık 2016 Çarşamba

Galat-ı Meşhur
Soner Yalçın
Sayfa Sayısı: 472
Kırmızı Kedi Yayınevi
1. Basım, Nisan 2016, İstanbul
--

Der ki... “Gerçeği söylüyorsam, amacım onu bilmeyenleri ikna etmek değil; bilenleri savunmak.” (s.67)

  Evde iki adet Soner Yalçın kitabı daha bulunuyor ancak başlamak için bunu tercih ettim. Çünkü en yeni basım yapan kitabı buydu ve arka kapak yazısı ister istemez beni kendine çekti. Gerçi babam söylemişti bu kitabı kendi için, ben neden başladım bilmiyorum ama iyi ki de okumuşum. Pazar gecesi başladım okumaya ama kendimi kaptırış o kaptırış kitap aktı gitti ellerimden ve Çarşamba günü de bitti.

Sol; eşitlik, özgürlük, kardeşliktir.
Aydınlanmanın eseridir. İlericiliktir. (s.78)

  Galat-ı Meşhur sözünün kelime anlamı Doğru Bildiğiniz Yanlışlar anlamına gelmekte, buradan da kitabın içeriğini hafifçe anlıyoruz. Kitap, araştırma inceleme kategorisinden ve aşırı derecede ufuk açıcı bir eser olduğunu düşünüyorum. Burada yatan temel şey sizi bilgilendirici içerikle donatılmış olması ve yüzyıllardır kafamıza dayatılan bazı şeylerin aslında ne kadar realiteden uzak hurafeler olduğunu görebilmemiz.

“Hegel, bir yerde şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: İlkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak!” (s.47)

  Özellikle, benim yaşlarımdaki genç bireylerin okumasının faydalı olduğunu düşünüyorum çünkü o zaman bazı şeyler ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleceğinin (ki bir geleceğin olup olmadığı şüpheli bana göre) izlediği yolu ve varacağı rotayı görelim, kavrayalım. Ülkemizin bataklığa doğru nasıl ilerlediğinin ve sürüm sürüm süründüğünün bir göstergesi aslında bu kitap ve kimlerin bunu neden yaptığını. İçerdiği bilgiler yüzde yüz doğrudur diye bir koşul yok ama bunlara tamamen yanlıştır da diyemeyiz. Bu kitabı bu kadar benimsememin asıl nedeni ise insanı okuduktan sonra araştırmaya ve sorgulamaya itmesidir.

Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nda Beethoven çalıyordu. Piyanosu olan bir fabrikan bahsediyoruz. (s.98)

  Kitabın yazış stili bana inanılmaz derecede kavrayımı kolaylaştırıcı geldi. Bölümler çok uzun tutulmadan, anlatılmak istenen oradan oraya dolaştırılmadan direkt ve sade olarak verilmiş ve bu okuyucunun kitabı daha çok benimsemesini sağlamış.

Oysa. Ne ebola, ne mers; günümüzde en öldürücü hastalık emperyalizmdir. (s.116)

  Kitapta, tarihimizden unutulmaya yüz tutmuş, görmezden gelinmiş bir sürü insan geçiyor. Bölüm bölüm, olayların tarihle bağlantısını sunarken Soner Yalçın aynı zamanda bu insanlara değiniyor. Yakup Kadri’nin Yaban romanında belirttiği gibi Türk aydını her zaman ötekileştirilmeye ve hakaretlerle yaftalanmaya mahkumdur. Sonu ise ya toplumdan dışlanma, ya öldürülme ya da işkenceye maruz bırakılmalıdır. Devrim Arabaları filminde dendiği gibi, “Bu ülkede hiçbir başarı cezasız kalmaz.”

Hep yazarım, hep söylerim: Sağcılık-solculuk yoktur, vicdansızlık-ahlaksızlık vardır; emperyalizm vardır, sömürü vardır! (s.200)

  Siyasi bir kitap olduğu için daha fazla derine girmek istemiyorum ama beni etkilendiğini ve zihnimde birtakım tohumların yeşermesini sağladığını söyleyebilirim. İnsana birikim katmasının yanında, sorgulamayı da öğretmesi gerçekten takdire şayan olmuş. Tavsiye ederim.

Demokrasi amaç değildir. Demokrasi araç’tır.
Temel amaç özgürlüklerdir. (s.210)

Ruh açlığını douyramazsınız; ne paralar, mevkiler, şöhretler, akademik unvanlar verseniz de insanı ezen bu açlığı yok edemezsiniz. Kocaman bir egoyla yaşayan bu tür insanlar, fikirlerine her ne karşı çıkışı, eleştiriyi, kişiliğe saldırı olarak alırlar. (s.103)

17 Aralık 2016 Cumartesi

Ben Bir Başkasıdır
(poemes en prose [Une saison en enfer, Illuminations]
Arthur Rimbaud
Sayfa Sayısı:
Çeviren: Özdemi İnce
İmge Kitabevi
1. Baskı, Nisan 2015, Ankara
---

İnternette araştırmalar yaparken Antonin Artuad ile karşılaştım, bu adamın bir şiirini okuduğumu ve büyülendiğimi hatırlıyorum. Sonrasında araştırdım kitabı var mıymış, yok muymuş diye, en sonunda bir tanesini buldum. Sipariş verdikten sonra şöyle bir araştırma yaptım ve fark ettim ki okuduğum şiir aslında Antonin Artuad’ın değil, Arthur Rimbaud’unmuş. Hayda, yanlış insanı sipariş ettim diye kalbimde bir acı oluşurken, sonrasında bir baktım ki ben Antonin Artuad’ın kitabını değil, Arthur Rimbaud’unkini söylemişim zaten!

Kederli yüreğim salya-sümük güvertede.
Yüreğim asker sigarasıyla izmarit dolu! (s.64)

  Başlarda Özdemir İnce’nin, çevirmenin, analizleri ve düşünceleri yer alıyor fakat ben onları acele ederek okudum. Belki ilgi alanlarımdan, belki zaman darlığından ve yorgunluğumdan ötürü kendimi pek veremedim. Devamında ise Arthur Rimbaud’un hayatı yer alıyor, ilgisini çekebilecek olanların okumasını tavsiye edebilirim, öteki türlü düzyazı şiirlerine geçmekte bir problem olacağını sanmıyorum.

  Arthur Rimbaud’un düzyazı şiirlerini ve mektuplarını okurken metafiziksel şeyler çevremi kuşattı. Yazılarında bolca kullandığı ve bana kötülüğü çağrıştıran sözcükler ve sembolik anlatımlarla şiirlerini okumak gerçekten çok keyif verici. Dinsel ve aynı zamanda mitolojik ögeler kimi zaman zihnimi titretti ve bunları yazdığı dönemlerde günümüzdeki yaşıtlarının sığ ve bomboş zihinlerinden ne kadar farklı bir insan olduğu gerçeğiyle dolup taştım.

Güzellik’i dizlerime oturttum bir akşam. –Ve acı buldum onu. –Ve sövdüm ona. (s.81)

  On altı buçuk yaşında yazmaya başlayan ve yirmi bir yaşında yazmayı bırakması ise sizi kendine hayran bırakmaya yetip artabiliyor. Çocuk denebilecek bir yaşta adım attığı ve olağanüstülüklerle dolu edebi kariyerine baktığınızda ve okuduğunuzda bazı şeyleri daha rahat anlamlandırabiliyorsunuz, edebiyata bir boyut kazandirebilecek şiirlere sahip, sembolizmin en iyi temsilcilerinden bir tanesi.  

    Kitap boyunca beni esareti altına alan diğer bir şey ise, Ben Bir Başkasıdır. Bu söz. Bir başlığın, bir ifadenin milyonlarca konuya sahip olduğunun kanıtı. Ne isterseniz yazabilir, milyarlarca şey hissedebilir ve kendinizi istediğiniz yerde bulabilirsiniz. Orijinalinden daha iyi çeviri cümlelerinde top 10’uma çoktan aldım bile. Pişman değilim.

Henüz tanıyor muyum doğayı? Tanıyor muyum kendimi? Aartık sözcükler yeter. –Karnıma gömüyorum ölüleri. Çığlıklar, davullar, dans, dans, dans, dans! Hiçliğe yuvarlanacağım günü kestiremiyorum bile, beyazlar karaya çıkınca.

  Açlık, susuzluk, çığlık, dans, dans, dans, dans! (s.87)

Kitapla yarı bağlantılı bir şekilde de bir konuya karşı eleştirimi dile getirmek istiyorum. Şiir zaten başlı başına öznellik içerir, siz ne almak isterseniz onu alır, onu hissedersiniz. Buradan da sınavlarda şiir başlığı altında kesin bir cevap istenmesini doğru bulmadığımı belirtmek istiyorum. Teması nedir? sorusuna sadece bir cevap uydurmak, ülkemizdeki edebiyat öğretmenlerinin bile ne kadar sığ olduklarının bir göstergesidir, şahsi kanaatimce.

  Rimbaud’un şiirlerini okurken aslında bir nevi onun korkutucu zihnini okuyorsunuz, geziyor ve tadıyorsunuz. Daha derinlerinde kaybolmak istiyorsunuz ama size geçiş imkanı tanımıyor ve zaten bir süre sonra da yazmayı bırakıyor. Korkutucu hayal gücüyle yenileceğini bile bile mücadele ediyor, gözlerinizi kapamaktan vazgeçmiyorsunuz. Tavsiye ederim.

  Bir güldürüdür yaşam, hepimizin yaşamak zorunda olduğu. (s.88)

14 Aralık 2016 Çarşamba

Kiracı (El Inquilino)
Javier Cercas
Sayfa Sayısı: 96
Çevirmen: Süleyman Doğru
Everest Yayınları
1.Basım, Nisan 2016, İstanbul

  Bu ay şu zamana kadar 4 kitap bitirmem hayret verici bir şey çünkü milyonlarca performans ödevi ve çalışmam gereken bir sürü konu var. Hiçbirini yapmamama rağmen stresten dolayı kitap okuyacak durumda olan bir zihnim kalmıyor ve bundan dolayı da tek oturuşta bitebilecek kitabı 2,5 günde bitirebildim.

  Mario Rota, başarılı olarak nitelendirilebilecek bir akademisyen, dilbilimcisidir. Bir gün, sabah koşusunu yaptığı vakitte bileğini burkar ve zar zor evine döner. Ancak evine döndüğü sırada karşı dairesine yeni bir kiracı taşındığını görür. İlk bakışta sıradanmış gibi görünen bu olay, yeni kiracının önce işini, son olarak da kız arkadaşını elinden almasıyla sonuçlanacaktır.

  Kısacık olmasının yanında aynı zamanda çok çabuk okunabilen bir kitap, Kiracı. İnsanlar arası ilişkileri, duygudurumlarını ve kendimizi bir şeye feda ettiğimiz zaman geri bildirim olarak aldığımız sonuçları iyi yansıttığını düşünüyorum. Kitap, aynı zamanda bana klasik tarzda yapılan Amerikan filmlerini anımsattı. Günlük konuşma tarzı bakımından değil de, betimlemeler ve olayların akışı bakımından; tahmin edilebilecek bir son ve birbirini takip eden olayla silsilesi.

  İnsanlar konuşuyor, konuşuyor ve konuşuyor, ama kimse dinlemiyor. (s.43)

  Değinmek istediğim bir diğer nokta da her şeyi ne kadar abarttığımız ve kendimizi övme, birtakım şeyleri görmezden gelme arzusuyla dolup taşmamız. Bir olay oluyor, basit bir şey ama biz onu bir yakınımıza anlatırken dahi abarttıkça abartıyoruz. Böylece gerçekte böyle bir boyuta sahip olmayan şey, bizim yarı-kurgu metinlerimizle evrim geçiriyor ve böylece uydurduğumuz şey aslında bizim yeni gerçekliğimiz oluyor, bir nevi şizofreni.  
 
  Bazen en saçma sapan şeyler bize hayatı zehir eder. (s.14)

  Ayrıca, başımıza gelen her olayı kötü talihimize veya çok şanslı oluşumuza bağlıyoruz. Hatayı kendimizde göremiyor, çabalarımızın karşılığınızı aldığımıza anlam getiremiyoruz. Facebook veya Instagram gibi sanal ortamlardan paylaşımlara baktığımızda, herkes mükemmel, herkes iyi niyetli ve muhteşem. İnsanların kendinde hata bulmasını bırakın, hata aramayı dahi düşünmüyorlar. Çünkü tartıştıkları en ufak bir konuda karşıda kişi potansiyel suçlu.  

  “Kötü şans hep en iyi insanlara denk gelir.” (s.45)

  Bir de aslında akademisyen, bilim insanı, kendini ilime kaptırmış kişilerin sorunları da kısmen bizlere veriliyor. Kendinizi işinize öyle bir adıyorsunuz, öyle bir kaptırıyorsunuz ki zihniniz tamamen o şey üzerinde yoğunlaştığı için yavaş yavaş delirmeye başlama ihtimaliniz var. Kitapta da bunun çok güzel bir örneğini görmekteyiz.

  Sadece yeniyetmeler ve sersemler sahip olmadıklarını sevmeye, sahip olduklarınıysa sevmemeye kalkışır; sadece yeniyetmeler ve sersemler bir şeyi kaybedene kadar onun değerini anlamaktan acizdir. (s72)

  Kitapta geçen ve pek dikkate değer sayılamayacak bir ayrıntıdan da bahsetmek istiyorum. On saniye kadar önce kitabı karıştırırken post-it yapıştırmış olduğum  53. sayfaya gezdirdim gözlerimi ve psikolojik bir tahlil gördüm. İlişkilerde genelde ayrılma safhası o kadar zor değildir, en zor kısım ayrıldıktan sonrasıdır. Artık o kişiye karşı bir sevgi hissetmeseniz dahi öylesine alışmışsınızdır ki sonsuza kadar gitmiş olması sizi üzer. Artık evinize gelmeyecek, size varlığını hissettirebilecek somut bir delil sunamayacaktır. Yapayalnızsınızdır.

  Ahım şahım bir kitap olduğunu düşünmüyorum, yine de tavsiye olunabilir.

10 Aralık 2016 Cumartesi

Her Şeyin Anlamı
(The Meaning of It All)
Richard P. Feynman
Çevirmen: Osman Çeviktay
Sayfa Sayısı: 80
Alfa Yayınları
1. Basım, Ekim 2016
**

Gelecek kuşaklar için özgürlük istiyorum; şüphe etme, gelişme, problemleri çözmenin ve şeyleri yapmanın yeni yollarını bulma macerasını sürdürme özgürlüğü. (s.40)

  Richard Feynman gelmiş geçmiş en karizmatik ve en sempatik fizikçilerden birisi olarak adlandırılıyor. 20. yüzyılın da en önemli fizikçilerinden birisidir. Kuantum kuramıyla ilgili çalışmalar yapmış, bunların sonucunda da Nobel Ödülü’ne layık görülmüştür. Resim yapar, bongo çalar, bilim onun için büyük bir tutkudur. Varlığının çok ötesinde bir insandır.

  Kitap, bir bilim insanın bakışından politik, sosyal, din, hayat, evren ve daha birçok şey hakkında yorumlamaları ve sorgulamaları içeriyor. Yaptığı konuşmalar yazıya geçirilerek bu kitap oluşturulmuş. Verdiği üç konferanstan oluşuyor ve kitap da aynı şekilde üç bölüme ayrılmış.

  İlk bölüm Bilimin Belirsizliği olarak geçiyor. Bence bir şeyler yapabilme gücü değerlidir. Sonucun iyi mi kötü mü olacağı, nasıl kullanıldığına bağlı olsa da, gücün kendisi bir değerdir, diyor Richard Feynman sayfa 9’da. Bu söylediğine bilim açısından bakarsak katılıyorum. Sonraki sayfalarda belirteceği üzere de bir şeyler bulabilmek terletici bir süreçtir ancak bulduğunuzda da bunu ne olarak kullanacağınız sizi ilgilendirir. Dünyayı yok etmek için de kullanabilirsiniz, felaketleri engellemek için de. Tapınakta bir adam, “size asla unutamayacağınız bir şey söyleyeceğim,” dedi ve ekledi, “Her insana cennetin kapılarını açan anahtar verilir. Aynı anahtar cehennemin kapılarını da açar.” (s.9)

  Bilimde tamamen şu şöyledir, sonsuza kadar da şöyle kalacak diye bir kavram yoktur, olamaz da. Richard Feynman’ın söylediği üzere net olan çok az şey vardır. Çünkü bilim somut ve nesnelliği bünyesinde barındırdığı kadar bilinmezliği de içine alır. İnsanlar da devamlı köklü bir kanıta muhtaç oldukları için bu onları biraz üzer ve kibirlenmeye zorlar. Her şeyi bilebileceklerini iddia etmelerinden kimse onları alıkoyamaz. Biz insanlar hayvanlarla akrabalığımızı kabul etmekte bile hep kibirli davrandık. (s.13) Richard Feynman bilmeden yaşayabilmenin tutarlı olduğunu zaten belirtiyor. Bilimsel bilginin kesinlik derecelerine sahip ifadeler bütünü olduğunu söylüyor. Ama diyor ki, bazıları belirsizdir, bazıları neredeyse kesindir, ancak hiçbiri mutlak surette kesin değildir.

   Bazı insanlar “Bilmeden nasıl yaşıyorsunuz?” diye sorarlar. Bununla ne kastettiklerini anlamıyorum. Ben hep bilmeden yaşadım. (s.23)

  İkinci bölüm ise Değerlerin Belirsizliği’dir. Çoğu zaman insanlar birtakım değerlere kurban gidiyorlar ve birtakım değerlere sahip kişiler tarafından saçma sapan kelimelerle adlandırılabiliyorlar. Yani kitaptaki örneği kullanarak bahsedeyim. Dinine bağlı genç bir çocuk üniversiteye gidiyor ve bilim eğitimi almaya başlıyor. Zamanla sorgulmayı öğreniyor, Her şeyi Tanrı  yarattı, ifadesinden bağımsız olarak bunların nedenlerini kavrayabiliyor. Sonrasında sorgulama kısmı dine ve Tanrı’ya geliyor, zamanla da tamamen inançsızlaşıyor. Çünkü sorguluyor, sorguluyor, cevaplar onu tatmin etmiyor çünkü cevapların hemen karşısında bilim var. Bilim onu silkiyor ve kendine gelmesini sağlıyor.

  Birincisi, şüphe duymayı öğreniyor, şüphe duyulması gerekeni ve şüphe duymaya değer olanı öğreniyor. Böylece her şeyi sorgulamaya başlıyor. Daha önce “Tanrı var mı ya da Tanrı yok mu?” biçiminde olan soru değişiyor ve Tanrı’nın varlığından nasıl emin olabilirim?” şekline dönüşüyor. (s.28)

  Üçüncü bölüm ise Şu Gayri Bilimsel Çağ. Modern dünyamızdaki bilime değiniliyor burada aslında. İnsanların astrologlara ve birtakım metafiziksel, doğaüstü olan şeylere olan merakı ve bunun bir bilim olarak adlandırılması saçmalığından. En nihayetinde bilim nesneldir ama dünyada binlerce astrolog var ve hepsinin söyledikleri ise birbirlerinden çok farklı. İnsanlar uzaylılara da inanmayı istiyor. Gördükleri en ufak belirsiz şeyi uzaylılar olarak adlandırmakta bir sakınca görmüyorlar. Dua ederek gerçekten bir tedavi olabileceğine de inanıyorlar. Bunları yapmalarının nedeni hem modern dünyanın bizi buna muhtaç etmesi, hem de sorgulamanın s’sinden bihaber olmalarıdır. Dahası, farklı astrologlara dikkat ederseniz, birbirleriyle aynı fikirde olmadıklarını göreceksiniz, o halde ne yapacaksınız? İnanmayın. Söylediklerinin bir kanıtı yoktur. Tamemen saçmalıktır. (s.61) Sözde imanla gelen tedavi örneği ve bu insanların yüceltilmesine de değiniyor ve bu insanın kibrinin de bir örneği, her şeyi kendisinin bilebileceğini iddia etmesi.  Aslında imanla tedaviye dayanan sözde saygın Hıristiyan bilimi diye bir din de var. (s.62)

  Tavsiye ederim.

  İnsanların dürüst olmadığına dikkat çekmek isterim. Bilim insanları da öyle dürüst filan değildir. Faydasız. Hiç kimse dürüst değildir. Bilim insanları dürüst değildir. Genellikle insanlar onların dürüst olduğunu düşünür. Bu daha da kötüdür. (s.69)

9 Aralık 2016 Cuma

Her Şeyin Başlangıcı: Şeytanın Düşüşü ve Kötünün Doğuşu
(Ästhetik des Bösen)
Peter-Andre Alt
Çevirmen: Sabir Yücesoy
Sayfa Sayısı: 102
*Sel Yayıncılık
1. Baskı, Mart 2016

 Kötüyü anlatan öykülere başvurmadan konuşmak isteyen, susmak zorunda kalır; öyküde açıklama arayan ise hayal kırıklığına uğrar. Kötünün, kaynağı hakkındaki mitosun içine hapsolup kaldığı kısırdöngü işte budur. (s.44)

Bitireli oldu epey ama saçma sapan bir sürü gereksiz işten dolayı ancak oturabildim yazmaya. Geçenlerde kitapçıları turlarken kendimi biraz kaybettim ve bir şeyler aldım, kitaplar. Birden fazla. Bunlardan bir tanesi de felsefe kısmında karşılaştığım ve uzun zamandır bakıştığım Her Şeyin Başlangıcı idi.

  Kitap, yedi cilt halinde yayımlanmış serinin ilk kitabı. Kötülük kavramını ele alarak bazı sorgulamalarla ilgileniyor. Şeytan’ın düşüşüyle başlıyor, Adem ve Havva’dan bazı sorgulamalara, Lucifer’a geçiş yaparak kötülük kavramının doğuşu ve kökeniyle ilgili fikirlere yer veriliyor. Tarih boyunca edebiyata konu olan vampirler, zombiler, hayaletler gibi konularla dolup taşan zengin bir geçmişi var kötülüğün.

  Kitap felsefe olduğundan otomatikman araştırma ve inceleme grubunda da sayılabilir. Bu tarzda okuduğum ilk kitaptı, okurken cümleleri anlayabilmek için tekrar ve tekrar ve tekrar okudum. Bazıları sonuç verdi, bazıları ise maalesef zihnimin karmaşık ekseninde bir o tarafa, bir bu tarafa savruldu. Kendimce bazı fikirler ve tahminler yaptım bu esnada, anlamlandırmaya çalıştım bazı şeyleri ve ne kadar doğru (ki zaten, bir “yoruma” doğru demek ne kadar doğrudur?) oldu bilmiyorum.

  Lucifer veya İblis veya Satan yahutta Şeytan burada kötülüğün temeline dayanıyor. Kötülük peki nasıl doğdu? Nasıl somut bir kavram haline geldi? Soyut bir kavram olarak nasıl atfedilebilir peki? Eski ahit ve diğer din kitaplarında ilk insanlar olarak Adem ve Havva gösteriliyor. Tanrı onları yarattığında diğer meleklerden itaat göstermeleri isteniyor ancak biri hariç hepsi bunu kabul ediyor. O kişi de bildiğimiz gibi İblis, Şeytan. Peki, Cennetteki koşullar altında yılan, içindeki izin verilmeyen eğilimleri harekete geçirmeyi nasıl başarmıştır? /s.63/ Sayfalara yapıştırdığım düşünceleri incelerken buna yapıştırdığım post-it’i görmemle büyük bir afallama yaşadım. Felsefenin ne olduğunu böyle sorularla daha iyi kavrayabiliyorsunuz, sorgulama ve ufkunuzun açılma anı ise paha biçilemez. Bu soru hakkında kişisel bir yorum yapmak isterdim, ancak birkaç gün düşünülerek bir sonuca varılacağını düşünmüyorum. Aklımı uzun bir süre kurcalayacağa benziyor.

 Kötülük hakkında incelenen diğer bir şey ise tamamen iyiden meydana gelen dünyada kötünün nasıl meydana geldiği düşüncesidir. Burada yatan anlam zaten evrenin ve iyinin oluşumuyla birlikte kötülüğün de meydana gelmesidir. Yin-yang gibi, ikisi de içinde birbirini barındırıyor. Buradan da Adem ve Havva’nın, Tanrı’nın emirlerine uymamasıyla birlikte dünyaya indirilmelerine kadar gidilerek bir köken araştırması başlamış olunuyor. İnsanın yaratılışıyla beraber kötülük de zaten onun peşinde bir kuyruk gibi takılarak ilerliyor. Kötülük, insan ruhunun zaten doğal bir ürünüdür.

  Daha eski olan Sümer-Babil kültürüne ait mitlere göre, kötü iyinin yanında yaratılış öncesinden beri var olmuştur. (s.55)

Leibniz’in yaklaşımında kötü, tanırsal evrenin arka yüzü, şeytanca bir tehdit veya sadık kalmayıp isyan etmiş bir karşıt güç değil, tanrısal evrenin bir parçası, sıkıca örülmüş bir dokunun ona işlevsel açıdan bağlı bir unsuru olarak yer almaktadır. (s.15)

 İblisle ilgili bir diğer şey ise –ki bu bana epey ilginç gelmiştir- otoriteye karşı gelmesi olayıdır. Tanrı’ya başkaldırmıştır, ona karşı gelmiştir, emirlerine uymayı reddetmiştir. Temelde, yasak meyveye baktığımızda onu harekete geçiren şey belki de hayır demenin hazzı idi. Bunu yapmasıyla birlikte de:
Yılan insanda özgürlük ihtiyacı uyandırarak Tanrı’nın otoritesini sarsmıştır; bu ihtiyaç kendini, her şeyden önce, yasak olanın şevkle arzulanması olarak belli eder. (s.50) Ayrıca kurallar, çiğnenmek için vardır anlayışından başka olarak insanın dünyaya karşı bir merak duyması da sağlanıyor. Farz edelim ki dünya gibi bir oluşumdan (oluşulacak olandan) haberleri var. O zaman zaten ister istemez koskocaman bir merak duygusuyla ağaca doğru itiliyorlar, İblis sadece basit bir unsur olarak kalıyor. Yılanın insanda ortaya çıkarıp serbest kalmasını sağladığı şey, duyusal bir dünyaya yönelik arzudur; bu dünya cennet ağacının meyveleri aracılığıyla vaat edilmiştir ve lofos dünyasında dilin metaforlarıyla canlandırır. (s.51)

    Kötülük ve iyilik kavramı başlangıçta yoktu. Olmayan bir şeye göre hareket etmek de mümkün değildir, çünkü zaten yoktur! Bunlar da ayrıca şartlı refleksler gibidirler. Okumayı sonradan öğreniriz, aynı zamanda iyi ve kötü kavramını da. Çocukların, yetişkin bireylerden belki de daha vahşi olmaları buna örnek gösterilebilir. İnsan feci sonuçlar doğuran eylemiyle iyi ve kötü ayrımının temelini atmadan önce, Tanrı’nın koyduğu yasak çerçevesinde bu ayrımı nasıl anlayabilirdi? (s.71) Zaten böyle bir şeyin varlığından haberleri dahi yoktu ki, sadece hayır demenin hazzını tatmak istemişlerdi belki de.

  İnsanlar olayların sonucunda kötü ve iyi kavramına sahip olduklarında o zaman Tanrı ile bir konuda eş olabiliyor, artık Tanrı’nın bildiği bazı şeyleri de bilebiliyorlar. “Görün! Şimdi nasıl zengin oldu Adem, o da bir tanrı oldu, bizim eşitimiz! İyiyi ve kötüyü biliyor artık.” /s.79/ Burada açıkça vurgulanmak istenen bir diğer şey ise, Tanrılaş(-tırıl)ma olayı.

  Birçok dine göre Tanrı mutlaktır, sonsuz kabiliyetlere sahiptir. Kitapta bahsedilen  şey bu konuda çelişki yaratıyor olabilir ama Adem’in yaptığı kural ihlali Tanrı’nın yalnızlığının temelidir aynı zamanda, çünkü Tanrı insanda hayal gücünü yaratmıştır, bu da onu itaatsizlik düşüncesine yöneltmiştir. (s.72) Tanrı’nın kimseye muhtaç olmadığı yargısından yola çıkarsak, bu durumda biraz bozguna uğruyor. Ama ya böyle bir şey olmasını istemişse?


Yasa niteliğindeki bir yasağa göre hareket eden insan, baştan çıkarılacağını ve yılanın da bunu kullandığını biliyorsa, yaptığı şeyin sorumluluğuna nasıl sahip çıkabilir? (s.50)
  
  Tavsiye ederim.

1 Aralık 2016 Perşembe

O Adam Babamdı
Altay Öktem
Sayfa Sayısı: 196
Esen Kitap
1. Baskı, Şubat 2015, İstanbul
Kapak Resmi: Bahadır Baruter
**
“Kaderin bağı, naylon bir ipin bağından daha kuvvetlidir, küçük bey. İnsan kaderinden kaçamaz.” (s.161)

  Okuduğum en güzel kitaplardan bir tanesiydi, yerli kitaplardan ifadesini kullanarak sınırlandırma yapmak istemiyorum çünkü harikalığı evrenselliğe ulaşabilecek boyutta. İnce ince işlenmiş o detaylar, bir kısmının oturduğum bölgede geçmesi, karakterlerin zarifliği, tarihten unutulmaya yüz tutmuş insanlar ve kelimelerle baş döndürücü bir dünya yaratılmıştı. Bahadır Baruter’in çizimiyle de ayrıca, muhteşem bir kapak tasarımı ortaya çıkmış, çok fazla bakarsanız halüsinasyonlar görmeye başlayabilirsiniz.

  Kitap, babasının hala yaşadığından haberdar bile olmayan bir adamın, annesiyle yaşadığı evde bazı takvim yaprakları bulması, bunları soruşturarak babasının yerini öğrenmesi, kimliğini ifşa etmeksizin bazı sırların kapılarını aralamak üzere Bakırköy Akıl Hastanesi’ne yaptığı bir ziyaretle başlıyor.

Yaşananları değiştirmek imkansızdı ama onları bilmemek, öğrenmemeye çalışmak, habersizmiş gibi davranmak da yaşananları değiştirmeyeceği gibi, acılarımızı da hafifletmiyordu. (s.7)

  Babası, Haydar Bey, naif, kibar, Türkçeyi elinden geldiğince düzgün kullanan bir beyefendi, gerçek bir beyefendi ve aynı zamanda da bir seri katil. Katil olmasına aldırmayın, onu yadırgamayın veya küçümsemeyin çünkü o, gelmiş geçmiş en hassas katillerden bir tanesi. Aynı zamanda da tam bir centilmen. Haydar Bey, karısından tutun da kedisi Sacide’ye kadar pek çok canlıyı öldürüyor. Peki, bu cinayetleri neden işliyor? Aralarında nasıl bağlantılar var? Haydar Bey’i suça teşvik eden şeyler neler?

  Önceden bir katille ilgili daha böyle bir şey okumuştum, hayvanlara yönelik cinayetler çocuklar üzerinde derin etkiler bırakabiliyor. Bu kitapta da öyle ancak Haydar Bey’e etkiyen, onu bu eyleme iten şeyin tamamı elbette bu değil. Haydar Bey’in tek parmağı, kasap babası tarafından bir kaza sonucu kesiliyor, çok acı verici bir andı. Hatay kasap ayaklanmasında babasının konumu, ailenin Haydar Bey’e yönelik tepkileri de bazı şeyleri tetikliyor, onu benliğinden kopartarak başka bir hale sokuyor. Hapishanede yattığı dönemde uğradığı ve benim de kanımı donduran o taciz vakası (taciz iddiası demeye dilim varmıyor) da canını yakan şeylerden bir tanesi.

Sıhhiyeci Şahap da sevmişti aslında. Başka emelleri de olsa, yine de sevmişti. Yoksa, ateşi yükseldiği gece başucunda sabahlar, iyileşmesi için bunca çaba gösterir miydi? (s.104)

  Uğradığı taciz anı hayatına bir gülle gibi düşmüş olmalı. Bir gün hapishanede, revirde uyanıyor ve görüyor ki, uzun zamandır kendisiyle sohbet etmeye çalışan bir görevli bacaklarını okşuyor! Burada çocuk tacizciliğinin ülkemizdeki konumuna da dikkat çekilmek isteniyor aslında, kimsenin can güvenliği yok, kimseye güvenmeyin, çocuklarınızı emanet etmeyin. Okurken tüylerim diken diken oldu ama daha sonrasında aldığı intikam, insanın içindeki sadist duyguları da uyandırıyor. 

Bir cam, aynı ebatta bile olsa, eskisinin yerini tutmuyor. Ona temas eden, yapışıp kalan hatıralar var çünkü. (s.35)

  Haydar Bey’in öldürdüğü insanlar da aynı zamanda çok dikkatimi çekti. Diyelim, birisi sizin kalemliğinizden bir silgi çaldı, siz de ona eş değer bir şey çalarsanız bir nevi eşitlik sağlanmış olur, suça suç eşitliği. Türkiye’de tabi ki eşitlikten bahsedemeyiz, bunu bir kurgu olarak farz edelim o zaman. Bu konumda Haydar Bey biraz üste çıkarak, direkt, karşısındaki insanın kalemliğini yakarak bir adalet sağlamaya çalışıyor, her durumda geçerli değil yalnız bu.

  Kitap üzerinden gidersem, Haydar Bey’in öldürdüğü insanlar ona veya sevdiği bir kişiye zarar verme teşebbüsünde bulunmuş insanlar, kimseyi sebepsiz yere öldürmüyor. Babasını öldürüyor, çünkü annesine zarar vereceğine kanaat getirmiş. Topunu atarak camını kırmış olan çocuğu öldürüyor çünkü kendisiyle dalga geçti. Efsanevi eflatun bikiniyi aldığı dükkanın sahibi kendisinin ardından kısır kısır gülüyor ve Haydar Bey onu öldürüyor çünkü kendisini aşağıladı. İlk karısı Macide’yi öldürüyor çünkü kendisini küçümsediğini, onu bırakmak istediğini söyleyerek Haydar Bey’i kıstırıyor. Kedisi Sacide’yi öldürüyor –ki bence burası tuhaf bir kısım, çünkü Sacide’nin yaptığının ihanet olduğunu söylemek biraz güç olur- çünkü Katibe Hanım’a saldırıyor. Bu kısımda görünen o ki, uzun zamandır sevdiği bir varlığın, kısa zamandır sevdiği bir varlığa saldırması dahi, saldıran tarafı haksızlaştırıyor ve saldıran yok olmaya mahkum oluyor. Sanırım Haydar Bey, adaletsizliğe pek katlanamıyor.

  Kuvvetli olan, cebinde parası olan fizik kaidelerini bile değiştirebiliyordu işte. (s.14)

  Türkiye’deki bazı sorunları da aslında bu kitapta görebiliyoruz, bazı toplumsal sorunlar. Altay Öktem’in ropörtaj(ları)ını okurken pekiştirdim bunu. Türkiye aslında kriminal bir toplum, diyor, Biraz dikkatli bakarsak bu toplumda bir sürü Haydar Bey var aslında. Ya da herkesin içinde bir parça Haydar Bey’lik var. Haydar Bey’i, aynı zamanda bizim insanlarımızı da suça teşvik eden şeyler belli, güçlüye itaat, güçsüzün ezilmesi, aşağılanması hor görülmesi. Modern Türk aile yapısında bile her zaman kendinden büyük olana koşulsuz şartsız itaat etmelisin, yoksa sonuçlarına katlanırsın anlayışı hakim. Başındaki iktidara da itaat etmelisin, yoksa sonuçlarına katlanırsın ve sen bir kölesin.  

Bazılarının iddia ettiği gibi tarih tekerrür etmez. Lakin tarih tahmin bile etmediğiniz bir anda, aksi istikamete meyledip insanları, hatta cemiyetleri bile yerle yeksan edebilir. (s.181)

  Kitapta Esat Adil adında bir karakter geçiyor, Esat Adil Müstecaplıoğlu veya dediğim gibi, Bakırköy Akıl Hastanesi’nde yatan Macide Hanım, yahutta Hatay kasap ayaklanması. Bunlar, tarihimizde yaşanmış şeyler, kişiler, olaylar; sadece denizin derin sularına gömülmek üzere yavaş yavaş dibe ilerliyorlar. Bunları kitabın içinde görmek ve gerçekten yaşamış olduklarını görmek öyle bir haz veriyor ki, anlatamam.

Aziz Nesin adlı bir muharririn seneler sonra, Benim Delilerim adlı neşriyatında bu mevzudan bahsettiğini, Macide Hanım’ı  da kitaba dahil ettiğini söylediler. (s.176)

Bir şahıs Bolşevik’se, vatanı müdafaa etmeye kalksa dahi vatan haini olarak kabul ediliyor; eğer Bolşevik değilse, vatanı satsa da vatanperver oluyor. (s.62)

Hiçbirinin hakikatle alakası yok. Benim anladığım şu: Macide Hanım’ın esas acizliği fazla miktarda suskun olmasından mütevellit. Sükunet hastalığı varmış kendisinde. Lakin sükunet bir illet değil, erdemdir. (s.176)

  Yazar cinayet anlarını muhteşem yazmış, harikalar yaratmış. Altay Öktem’in zaten tıbbi bir geçmişi olduğu için bu avantaj olarak kitaba çok güzel bir biçimde yansımış. Haydar Bey’in cinayet aletleri olarak kullandığı cam, tırnak masası gibi aletlerle cinayete teşebbüs ettiği sahnelerin betimlenmesi adeta size o anı yaşatıyor. Hani o tırnak makasıyla gözünü çıkardığı kısım, kafasını kopardığı sahne, tacizcinin anlına çivi çakma anı filan.

Zamanın geri döndürülüp döndürülemeyeceğini bilecek kadar çok okuyamamıştı ama zamanın olduğu yerde sabitlenebileceğini tecrübeyle öğrenmiş oldu o akşam. (s.110)

  Kitapla ilgili bir eleştirim olacak ayrıca, Katibe Hanım ile Haydar Bey’in ilişkisi bana çok aceleye alınmış gibi geldi. Tabi ki spontane bir şey olması gerekiyordu, Katibe Hanım’ın sapkın ruhunun bir anda açığa çıkması gerekiyordu ama biraz daha ayrıntı olmasını isterdim açıkçası. Sayfalar sürmesine gerek yok, bir iki ek sayfayla belki daha iyi bir pekiştirilme yapılabilirdi, o zaman daha fazla tatmin olabilirdim.

  İnsanı dumura uğratan sonlara bayılıyorum, kitap boyunca olayların birbirinden bağımsız gibi görünüp en sonunda yazarın ters köşe yapması veya öyle bir cümleyle bitirmesi ki sizin ters köşe olmanız, şaşırıp kalmanız. Bu kitap da ikisi de vardı.

  Yarın şöyle bir Bakırköy Akıl Hastanesi’ni turlayıp Haydar Bey’i yad edeceğim, Haydar Bey, çok daha iyi bir hayata layıktı.

  Ükümet dediğin siyasi bir teşekkül. Esat Müdür de okumuş adam, fazla okuyup da epey bir mevzua muktedir olunca ayırlısı olmuyor galiba. (s.62)