25 Kasım 2016 Cuma

Yaban
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Sayfa Sayısı: 214
İletişim Yayınları
72. Baskı, İstanbul, 2015
**

  Ateşe atılmış bir adamın yüzüne akıtılan bir damla suyun değeri nedir? Bir gece yarısı, bir çölde yolunu şaşırıp kalmış bir adama, uzaktan görünen bir ışığın değeri nedir? Hasta döşeğinde müthiş sancılarla kıvrandığımız anda elimizi sıkan elin değeri nedir? Haksız yere darağacına giden masum indinde, son saate yetişen adalet hükmünün değeri nedir? (s.167)

  Okuduğum en etkileyici kitaplardan birisiydi. Öylesine muhteşem gözlemler yapmış, öylesine güzel anlatmış gibi bu ülkenin insanını, okudukça boğazım düğüm düğüm oldu, okulda bulunduğum süre içerisinde 160 sayfa okuyup eve gelince de hemen bitirdim. Kitap önce beni bir sarstı, sonra da fırlatıp attı, kendime gelmem için zaman tanımadı bile. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, kuşkusuz, edebiyatımızda kendine özel bir yer edinen, en değerli yazarlarımızdan bir tanesi.

  Yaban romanını bu ülke sınırları içerisinde yaşayan pek çok orta okul, lise öğrencisi bilir, ancak kendi isteğiyle okuyanların sayısı çok ama çok azdır. Liseye geçiş sınavlarında, deneme sınavlarında, okul yazılılarında sorulan vazgeçilmez alternatiflerden birisidir ve öğrenciler için artık klişeleşmiştir. Bu kadar abartılı olarak devamlı bahsedilmesi yüzünden insanları okumaktan soğutmuştur, buna eminim. Çünkü devamlı devamlı bir kitabı her yerde görmek, ister istemez sizi o kitaptan itiyor. Bundan dolayı da bu kitabın hak ettiğini konumda olmadığına inanıyorum, çünkü bir başyapıt.

  Kitabın ilk basımı 1932 yılında yapılmış ama o kadar yalın, açık bir Türkçe ile yazılmış ki, günümüzden 84 yıl önce basıldığını öğrenmek şaşırtıcı bir gerçek olabiliyor. Tertemiz ve pırıl pırıl kelimeler ve muazzam gözlemler. Kitabı okurken Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’e ve Cumhuriyetimizin aydın bireylerinden olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na milyonlarca kez daha hayranlık duymamak elde değil. 

  Eğer, kendi emeklerimize, kendi ideallerimize göre yaşamak imkanını bulamadıksa bari kendi ölümümüzle ölelim. Ne doğduğumuz yeri, ne sevdiğimiz kimseleri, ne yüzümüzü, ne kalbimizi seçebildik. Fakat ölümün her türlüsünü seçmek bizim elimizdedir. (s.133)

  Ahmet Cemal adındaki bir Türkiye Cumhuriyeti aydınının, anadoludaki bir köye gelip aslında hiç de bahsedildiği gibi masum olmayan bir halkla karşılaşmasını anlatılıyor. Kitaptaki Anadolu halkı öylesine cahil, öylesine umursamaz ki ana karakterimiz gibi biz de afallıyoruz. Bize devamlı anlatılan zeki, güçlü, vatanını seven, bin defa da olsa bin defa canını verebilecek bir ulus yerine, elli kilometre ötelerindeki düşman, köylerine ilerlerken yaptıkları tek şeyin sırıtmak ve umursamak olduğu bir insan kitlesi var. Tabi ki herkes savaşacak, herkes kendini feda edecek diye bir şart yok bundan dolayı da bu roman işte tarihe ışık tutuyor. Bize anlatılanların altında yatan saklı kalmış o kadar çok olay var ki. Ahmet Cemal onları örgütlemek istiyor ama yaptıkları tek şey sırıtmak, umursamamak.

  Sizi, kim kurtarabilir? Sizi gökten melekeler inse kurtaramaz. Çünkü, sizi evvela sizden, kendinizden kurtarmak lazımdır. (s.151)

  Umursamamanın da bir sınırı vardır değil mi? Bu kitapta ise yok. İnsan tiksiniyor ve ne yazık ki bu karakterlere tamamen kurgu demek de doğru değil, çünkü eminim ki bu insanlar kanlı canlı ve diri bir şekilde ayaktaydılar. Bir örnek olarak şunu verebilirim:

  Gene yüzlerine bakıyorum. Bu işleri, tuhaf bile bulmuyorlar. Sonra hislerine dokunmak istiyorum. Diyorum ki: “Bunların tecavüzünden ne karılarımızın ırzı, ne çocuklarımızın canı, ne din, ne iman, hiçbir şeyimiz kurtulmadı. Hepsine el uzatıyorlar.” Ve bunları izah eden vakalar anlatıyordum. Tam bu sırada bir de baktım ki, muhtar uyukluyor. Mehmet Ali elindeki çakı ile bir söğüt dalını yontuyor. Salih ağa, ta uzakta, yamaçta, otlayan davarlarını gözetliyor. (s.27)

  Kitapta entelektüel, zeki, okumuş, gezmiş, görmüş bir Türk aydını ile anadolu insanın çatışması var. İlk başlarda karakterimiz halkı küçümseyerek bakıyor, cahillikleri onu şaşırtıyor ve imalarından onları ufaladığını anlayabiliyoruz. Ama görüyoruz ki, gün geçtikçe o da o insanlara benzemeye başlıyor. Onlardan sonsuz bir iradeyle nefret ediyor ama onların içinde asimileşiyor sanki ve benliğini kaybetmeye yaklaşıyor. İşte bu kısımlarda üzülmemek de elde değil maalesef.

  Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk “entelektüel”i, Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. (s.36)

  Yalnızlaştığını, karamsarlığını anlattığı sahnelerde ise kalakaldım. Öyle güzel cümlelerle tanımlıyor ki bu acıyı, insanın etrafında bir sürü kişi olmasına rağmen o aidiyetsizlik hissini, iliklerimize kadar yaşayabiliyoruz, betimleme öyle bir boyutta işte.

  Her memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi arasında, aynı derin uçurum var mıdır? Bilmiyorum! Fakat okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark, bir Londralı İngilizce bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür. (s.36)

  Kitabı moraliniz iyiyken okuduğunuzda gerçekten beter bir ruh hali içine girmeniz kaçılmaz olacaktır. Gerçeklerle yüzleşmek uzun bir süre sizi afallatabilir. Sayfa 71’de der ki Yakup Kadri: “İnsan hayvanların en iğrenç olanıdır.”

  Misal, kitapta Süleyman diye bir karakter var, bir de karısı Cennet. Daha öncesinde bu kadına isteği dışında, küçükken dokunulduğu haberi ortaya çıkınca kızı canından bezdirmişler, linç etmek için fırsat kollamışlar. Bir gün kızı bir adamla, bir duvarın köşesinde yalnız yakalayınca da taşlarla, sopalarla dövmüşler. Meğer, adam sadece bir şey sormak için durmuş!

  Utanç, bir yarasa gibi yüze yapışır ve alnımızın ortasından kanımızı emmeye başlar. Vücut o kadar zaafa düşer ki, adeta bir posa halini alır. Pespaye ve sefil bir şey olur. Onun için utanmak, kendi kendinden nefret etmenin eşiğidir. (s.106)

  Anadolu insanı temizdir. Anadolu insanı zekidir. Anadolu insanı vatanseverdir. Böyle bir şey yok, varsa da hepsi için geçerli değil. Günümüzde köylerde yaşanan ağalık sistemi, aşiret denilen iğrenç yapılaşma ve teröre şahit oluyoruz. O zamanlarda insan olmaktan bihaber olan bu canlıların günümüzde hala var olmasının vahameti, Ahmet Cemal’in intiharı düşünecek duruma gelmesini sağlayan insanların 21. yüzyılda dahi etrafımızda olması. İnsan değiller.

  Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak... Haydi bunların hepsini yapayım. Fakat, onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim? (s.68)

  Kitaptan zaten başlı başına bir hazine okuyor. Dostoyevski, Don Kişot, Schopenhauer, Lloyd George, Poincare gibi birçok ünlü karaktere rastlamak mümkün. Zaten görüyoruz ki Yakup Kadri Karaosmanoğlu büyük bir Atatürk hayranı, ona saygı duymamız bir kenara sevmemek elde değil bir de bu yazarı! Çok okumuş, çok görmüş. Şakır şakır bir birikim akıyor kitaptan, her Türk gencinin okumasını düşünüyorum bundan dolayı da, çünkü savaşı, acıyı, bu ülkenin nasıl zorluklarla kurtarıldığını öyle güzel anlatmış ki, etkilenmemek elde değil.

-Ha ha, öyle ise siz mükemmel bir Kemalistsiniz.
-Bir Kemalist mi? Evet. Fakat, Çanakkale’de harp ettiğim için değil, sade bir namuslu Türk olduğum için. (s.184)

  Bir de müthiş gözlemler demiştim ya, bir örnek vereyim: Lakin eğitimde dayağın hiçbir rol oynamadığı belki, daima olumsuz bir etkisi olduğunu, bana, bu vaka kadar kesinlikle ispat eden bir şey yoktur. İsmail, dayaktan sonra bir kat daha ahlaksızlaştı. (s.93)

  Öz eleştiriler de var kitapta. Bazı şeyler de sorgulanıyor. Bu insanlar neden böyle? Bu insanları böyle olmaya iten ne? Vatanseverlikten neden uzaklar? Ölmekten korkuyorlar ama neden bir çaba göstermiyorlar, hiçbir şey yapmıyorlar?

 Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. (s.111)

  Ve üzücü bir gerçeklik, günümüzde ise klonlanmış gibi her yerdeler ve bir sürüler. Din altında boğulmuşlar, kişiliklerini kaybetmişler. Kendi akrabalarımdan biliyorum çünkü, şeriat isteyenler dahi var. İnsanlıktan çıkmış durumdalar ve o kadar ikiyüzlüler, iğrençler ve tiksinçler ki, nefes almalarının israf olduğunu düşünüyorum. Misal:

-İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?
-Biz Türk değiliz ki, beyim.
-Ya nesiniz?
-Biz İslamız, elhamdülillah... O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar. (s.153)

  Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa!
  Adın yazılacak mücevher taşa.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder