29 Kasım 2016 Salı

Sessizlik ve Gürültü (es-Samt ve’s-Sahab)
Nihad Siris
Sayfa Sayısı: 158
Çevirmen: Rahmi Er
Jaguar Kitap
1. Baskı, Nisan 2015, İstanbul
**
“Her zaman senin yeniden yazmaya başlamanı dileyeceğim.”
  “Böylesi koşullarda susmak bilgeliktir.” (s.89)

  Geçen sene matematik öğretmenim, bize sormuştu: “Devlet ile hükümet arasındaki fark nedir?” Tabi ki herkes sıkarak kendince cevaplar vermişti. Sonrasında sözü devralarak demişti ki: “Devleti başınız olarak düşünün, hükümet de şapkanız olsun. Şapkanızı fırlatıp atarak değiştirebilirsiniz, ancak başınızı kesip atamazsınız.”

  İsmi bilinmeyen bir Ortadoğu, Arap ülkesinde Lider’in iktidara gelişinin 20. yıl kutlamaları yapılıyor. Lider, bir darbe ile tüm ülkeye el koyarak, halk üzerinde sonsuz bir güç ilan etmiş, her şeyin kendi emrinde olmasını sağlamıştır. Ana karakterimiz, Fethi Şiyn ise hükümet karşıtı bir yazardır, Lider ve  hükümet hakkında yazdığı onlarla zıt düşen yazılar nedeniyle baskı altında tutularak yazmasına izin verilmemiştir, hükümet yanlısı yazılar yazmaya da yanaşmamaktadır. Kitap, yazarın, 20. yıl kutlamaları için sokağa çıktığı o bir günde başına gelenleri anlatmaktadır.

“Yani aydın kişi, tabiatı gereği hırçındır mı demek istiyorsun?” (s.147)

  Şöyle bir o ülkeyi betimleyelim, kafamızda canlandıralım. Basın özgürlüğü yok, İnsan Hakları Evrensel  Bildigresinde yer alan hiçbir maddeye sahip değiller, gönüllü bir kölelik hakim, insanlar tamamen sürüye bağlı bir koyun ve Lider, sonsuz mutlak güç sahibi, adeta bir Tanrı, yaratıcı, insanları donuna kadar takip edebilecek bir yetkiye sahip.

  Ona göre kitleler, Lider’e aşık olan bu dünyanın sadece küçük bir bölümüydü. Öte yanda ağaçlar, kuşlar, bultular ve Allah da Lider’e aşıktı. (s.18)

  Kitap ilerledikçe ülkedeki yönetim anlayışını daha iyi kavrayabiliyoruz. Lider, televizyonlarda devamlı gösterimde, müzik veya sanat denen bir şey kalmamış ortada, Lider’in sahne alacağı gün otobüs seferleri duruyor çünkü insanlar ya yürüyüşte olacak ya da televizyon başında, düşünmek en büyük suçlardan bir tanesi, ve en üzücüsü de, insanların kendi isteyerek bu hale gelmesi. İtaatkar bir halk olmadan, diktatör bir lider de olmaz. Kitapta sözü geçen Hannah Arendt’in dediği gibi, kitleler olmazsa lider de olmaz. Bu ikisi birbirini var eder ancak.

Zira müzik ne zevk almak için, ne ruhu ve nefsi arındırmak için, ne de düşünmek ve duyguları inceltmek içindi; tersine sadece ve sadece hamaset içindi. Lider “Müzik kitleleri teşvik edip coşturma rolü oynamalıdır,” diyordu, bu nedenle de eğlence müziği ve solo şarkılar geriledi, yerini askeri marş müziği aldı. (s.56)
  
  Sessizlik ve gürültü metaforları ise temelde yatan düşünceleri bize sunuyor. Ortama bitmek tükenmek bilmeyen bir gürültü kirliliği hakim. İnsanların kendi düşüncelerini, iç seslerini bile dinlemelerine izin verilmiyor. Hoparlörlerden devamlı Lider’in konuşmaları yankılanıyor, daha doğru düzgün dilini kullanamayan bir insanın sözcüklerinin bombardımanına tutuluyorsunuz. Sessizlik ise dünyadaki her şeyden, herkesten daha kıymetli bir unsur. Sadece bir dakikalığına dahi olsa o huzur ortamını hissetmek, her şeye bedel.

  Gürültüyü oluşturan bütün bu rahatsız edici sesleri unutmak için insanın kendi içine dönerek iç sesine kulak vermesi yeterli. (s.117)

  İnsanın kendisiyle diyaloğa girmesi hastalıklı bir durumdur, ama kişinin delirip aklını yitirmemesi için yararlı bir şeydir. (s.118)

Kainattaki en güzel şey; uzaktan gelen yumuşak şeyleri işitmemize imkan veren sükunettir. (s.131)

   Kitap, aslında distopik olarak adlandırılıyor ancak ben o kadar da kurgu olmadığı düşünceseydim, aktarılanlar bir nevi ileri görüşlülük örneği aslında. Çünkü kitapta bahsedilenler, birebir, günümüzle paralellik içerisinde, özellikle bizim ülkemizle. Kitabın yazarı, Nihad Siris, 2004 yılında Esed rejimi altındaki Suriye’de yayınladıktan sonra bunu, ülkeden sınır dışı edilmek zorunda kalınıyor, ülkesini terk ediyor. Düşünce özgürlüğü denen kavramın aslında ne kadar yozlaştırıldığına verilebilecek en çarpıcı örneklerden bir tanesi.

Bunun üzerine alaycı bir dille, “Ümmü Muhammed vatansever değil, çünkü yürüyüşlerde dışarıya çıkmıyorlar,” dedi.
  “Evet, yürüyüşlere katılmayanları böyle adlandırıyorlar.” (s.35)

  Kitapta sevdiğim bir diğer nokta ise belli bir kesime değil de, evrenselliğin baz alınarak, herkese hitap edilmesi edilmesi oldu. Çünkü bu olay, hemen hemen, geri kalmış ülkelerin hepsinde yaşanıyor, itaat, yozlaşma, kölelik. İçi boş propagandalar, dini, kültürü veya diğer her şeyi kullanarak halkı ele geçirme ve onları sömürme anlayışı, halk da zaten tüketilmeye baştan meyilli olduğu için pek zorlanılmasa gerek. Stockholm sendromu bir nevi, başka açıklaması yok.

Bizler kendi irademizle kul köle olmuş kimseleriz. Bunun kanıtı, az önce büyük meydanda, otel binasının önünde olup bitenlerdir: Orada Lider, insanlarla (kölelerle) öyle oynuyordu ki, onlara askeri üniformasını ve madalyalarını sarkıtıp bunlara dokunabilmeleri için onları çıldırtıyordu. Lider kitleleri, kendisi için canlarını verirken görmekten hoşlanıyordu. (s.78)

   Çoğu zaman diktatör bireyler düşünen, itaate karşı çıkan ancak bunu sanatsal yollarla yapan ve kendi fikirlerine sahip olan insanlardan korkuyorlar. Diğer insanları örgütleyecek kapasitedeler ve onları alt edebilirler, sayıları da pek fazla olmadığı için devletin yapmak istediği tek şey onları perişan etmek, ipe geçirmek, hapse attırmak, suikaste maruz bırakmak. Tanıdık epey.

Düşünmek lanetli bir eylemdir, suçtur, daha doğrusu Lider’e ihanettir. Sessiz ve sakin ortam, insanı düşünmeye sevk ettiğinden, kitleleri ikide bir bu gürültüsü yürüyüşlere çekmek, insanların beyinlerini yıkamak ve onları düşünme suçunu işlemekten korumak gerekir. (s.19)

  Kitapta en çok sevdiğim karakter ise Lema oldu. İster istemez bu kadına karşı bir sempati duyuyorsunuz çünkü hayatı istediği gibi yaşamaktan korkmayan, sevdiği adama sevgisini utanmadan, sakınmadan gösterebilen, güçlü bir kadın karakter. Toplum baskısı altında kimsenin onu ezmesine izin vermeden dimdik ayakta durabilmiş. Yeri geldiği zaman hüngür hüngür ağlıyor elbette ama hiçbir zaman itaat isteğiyle yanıp tutuşmuyor, bağımsızlığın kıymetini biliyor ve kendisini seviyor.

  Kendisini, hiçbir takıntısı olmadan sahiplenen ve sevdiğine o nasıl istiyorsa o şekilde sunabilen özgür bir kadın... (s.96)

Gözlerinin yaşardığını gördüm. Bana ne yapmam gerektiği söylemek yerine, ağlayarak “Lütfen söyler misin, ne yapacaksın,” diye sordu.
  Ona doğru doğrulup kucakladım onu. “İşte bunu yapacağım,” diye fısıldayarak gözlerini öpüp gözyaşlarını içmeye koyuldum. (s.157)


“Ama korkmuyorsun?”
“Niçin korkayım?”
“Korkman lazım.” (s.138)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder