Açlık (Sult)
Knut Hamsun
Sayfa Sayısı: 158
Çeviren: Behçet Necatigil
Varlık Yayınları
İstanbul, 37. Basım, Kasım
2015
**
Öyleleri vardır ki, ufak tefek
şeyler onları yaşatır da sert bir söz onları öldürür. (s.125)
O kadar psikopat, teklikeli ve ürkütücü bir kitaptı ki,
bitirdikten bir süre sonra tavana boş boş baktım. Kitabı iliklerime kadar
yaşadığımı hissettim, okurken kimi yerde debelendim ve kelimeler beni
yorduğundan ötürü belli bir süre kenara koyup dinlenmek zorunda hissettim
kendimi.
Behçet Necatigil’in
çevirisiyle okumaya erişmek gerçekten bir lütuf, sadece orijinal dil olan
Norveççe’den değil de Almanca’dan çevrilmesiyle bir duraksattı ama tabi ki
anlık bir şeydi, kitabı okurken hiçbir yerde yadırgamadım veya söylenmedim.
Ana karakterimiz, ne adını
biliyoruz, ne yaşını, ne de kendisiyle ilgili herhangi bir bilgiyi, bir yazar.
Gazetelere yazılar gönderiyor, eğer şanslıysa az buçuk para alabiliyor (genelde
şanssız) ve geçimini sağlayabildiği tek şey bir kağıt ve bir kalem. Daha sonra
ayrıntılı bir şekilde değineceğim ancak şu an söylemek istediğim ilk kişisel
özelliği, gerçekten aşırı onurlu ve gururlu bir adam olması, hatta bu duygular
onda hastalık derecesinde yer etmiş. Kitapta, bir yazarın, günler boyunca nasıl
açlıkla pençeleştiği anlatılmakta, ve bu öylesine güzel anlatılmış ki, insan
bir süre sonra yemeklerden gerçekten tiksinmeye başlıyor.
“Rasgele bir kalem olsa bunca yol
yürümek aklımdan bile geçmezdi,” dedim. “Ama bu kalem için değişir iş, bu
başka. Değersiz bir şey gerçi, fakat benim şu yeryüzündeki yerimi aşağı yukarı
bu kalem sağladı; hayattaki yerimi, ben adeta ona borçluyum.” (s.20)
Knut Hamsun, nedendir
bilmem, kişisel özellikler olarak bana Lovecraft’ı çağrıştırıyor. Edebiyatta
bir yer etmek gibi bir amaç güttüğünü düşünmüyorum, kendisi için yazdığı ve
aslında Açlık kitabını bir otobiyografi
biçiminde düşünmemizin de makul olacağı kanısındayım, çünkü birebir yaşadığı
şeyleri anlatmış, o hisle boğuşmuş yani, insan dehşete düşüyor yemin ederim.
Knut Hamsun, ayrıca
Kristiania’yı, yani günümüzdeki adıyla Oslo’yu kitabın ilk cümlesinde şöyle bir
şekilde tanımlıyor: “Yumruğunu yemedikçe
kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir Kristianaia’da aç açına sürttüğüm
günlerdeydi...” Kitabın sonunda sadece yumruk yemekle kalmıyor; aynı
zamanda, ağzı burnu parçalanmış, ruhu, her bir şeyi tükenmiş olarak terk ediyor
o şehri.
Karakterimiz, aşırı,
apaşırı gururlu bir insan, öylesine bir adam ki bu, cebinde beş parası yokken,
açlıktan kıvranıyorken, başka fakir insanları düşünebilecek, onlar için
eşyalarını satabilecek kadar erdemli birisi. İş görüşmesine giderken
pantolonunu temiz görünsün diye tükürüğüyle ıslatıyor ve o durumda bile
insanların onun hakkında kötü bir şeyler düşünmesini istemiyor.
Öylesine bir açlık çekiyor,
öylesine kıvranıyor ki, bir yerde hırsızlık yapmamakta, ölmesi pahasına bile
çalmamakta da bir o kadar ısrarcı davranıyor, ve bu durumda korkutucu şeyler
gerçekleşiyor. Parmağını ısırıyor, kanlar akıyor ve onları emiyor, bu sahnede
midemde hafifçe titreşimler hissettim, sanki uçurumdan aşağıya yuvarlanıyordum
ve tüm yemeklerden tiksindim, hepsinden. O kadar aç ki, öyle perişan bir
durumda ki, bir kasaba gidiyor, köpeği için kemik istiyor ama bilin bakalım ne
oluyor, kendisi o kemiği iştahla arka sokakların birinde kemiriyor ve sonra da
kusuyor. İçler acısı.
Açlık başıma vurmuş, beni sarhoşa döndürmüştü. (s.50)
Kitap boyunca gururundan
dolayı bir şeyler çalmamakta ısrar ediyor, hatta öyle bir durum yaşanıyor ki
şaşıp kaldım. Bir gün yazı yazmak için, eskiden durumunun fena olmadığı
günlerde gittiği bir bakkala gidiyor, mum istiyor, ama cepte para yok tabi ki.
Düşünüyor, işte rica etsem vermeleri için,
zaten önceden de hiç böyle bir şey
yapmadığımı biliyorlar diye, ama ağzını açamıyor, tezgahtarla karşılıklı
bakışıyorlar, ve tam bu sırada çocuğun gözleri parlıyor, kusura bakmayın vermiştiniz siz parayı diyerek bir de üstüne üstlük
paranın üstünü uzatıyor. Şaşkın bakışlarla karakterimiz alıyor ama daha
sonrasında vicdanı onu öylesine kemiriyor ki, gidip parayı fakir birisine
veriyor ve sonrasında da tezgahtar çocuğa suçunu itiraf ediyor.
Kendime en yakın
hissettiğim, en ince işlenmiş karakterler birisiydi. Çoğu kişi tarafından
eleştirilmiş gereksiz olarak adlandırılan gururundan ötürü ancak ben kendimi
ona öylesine yakın hissettim ki, karşımda olmasını istedim bir an. Okuduğum en
güzel ve modern dünyanın pisliğinden arınmış karakterlerden birisiydi, herkes
onun gibi olsa, dünya yaşanılabilir bir yer haline gelirdi ama bir yandan da
onun ve onun gibilerin önemi fark edilemeyecek olurdu.
Misal, şu ifadelerde
ne kadar hassas birisi olduğunu görebiliyoruz:
Ben giderken elini miğferine
götürüp selam verdi. Gösterdiği yakınlık bana pek dokunmuştu; param yok, tutup
ona bir beş kron veremedim, diye ağladım (s.54)
Bu adamın gösterdiği
dostluk sınırsızdı adeta, ve ben buna saygı göstermek istiyordum. Açlıktan
öleyim daha iyi. (s.69)
Açlıkla boğuştuğu sahnelerde yaşadıkları, o psikolojik durumu, hisleri, düşünceleri de ayrıca
mükemmel bir şekilde anlatılmıştı: Alnımı
bile bile sokak fenerlerine çarpıyor, tırnaklarımı avuçlarıma batırıyor, düzgün
konuşamadım mı, öfkemden kudurarak dilimi ısırıyor, canım yandıkça, deliler
gibi gülüyordum. (s.75)
İlk başlarda Tanrı’dan yardım istiyor, ona
yalvarıyor, bana yardım edeceğini
biliyorum, moduna dönüyor ve zaman ilerledikçe, gün geçtikçe fikirlerinin
evrildiğini görebiliyoruz. Yaratıcıya inanıyor, onu reddetmiyor ama adaletine
inanmıyor, ona hakaretler ediyor ve bu durumda da karakterimiz bazı şeyleri
sorguluyor. Bu kadar merhametliyse, kendi parmağını kemirirken neredeydi? O
kadar acı çekerken neredeydi? Tanrı’ya kustuğu nefreti görebiliyoruz, bu
soruların ardından görebiliyoruz.
Nem eksikti benim? Tanrı beni mi
göstermişti? Neden bir başkasını değil de beni? İlle gösterecekse niçin Güney
Amerika’da bir adam gösterilmiyordu? (s.21)
Kanapede oturmuş, bütün bunları
düşünüyor, sürüp giden eziyetleri yüzünden Tanrı’ya gittikçe daha çok
hırslanıyordum. Istırap çektirmekle, karşıma engel üstüne engel çıkarmakla beni
kendisine yaklaştıracağını, yola getireceğini sanıyorsa aldanıyordu; (s.22)
Ayrıca Knut Hamsun’un
İstanbul’a geldiği, hatta bununla ilgili bir kitabı da olduğundan bahsetmek
istiyorum, onu da en kısa zamanda okumayı arzuluyorum. Bkz: İstanbul’da İki İskandinav Seyyah
Bunu söylememin nedeni ise kitapta İzmir’in bahsi geçmeseydi, bir an şaşırdığım doğrudur.
“Hey, biraz dikkatli
olun!” dedim yüksek sesle. “İçinde çok değerli iki vazo var; paket İzmir’e
gidecek.” (s.34)
Knut Hamsun, şüphesiz, en eşsiz ve en
kendisine özgü yazarlardan bir tanesi. Açlık romanıyla o duyguları öylesine bir
üslupla anlatmış ki uzun süre midenizin kitleneceği veya yemeklerden tiksinecek
duruma gelmeniz pek şaşırtıcı olmayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder