30 Ekim 2016 Pazar

Açlık (Sult)
Knut Hamsun
Sayfa Sayısı: 158
Çeviren: Behçet Necatigil
Varlık Yayınları
İstanbul, 37. Basım, Kasım 2015 
**
  Öyleleri vardır ki, ufak tefek şeyler onları yaşatır da sert bir söz onları öldürür. (s.125)

O kadar psikopat, teklikeli ve ürkütücü bir kitaptı ki, bitirdikten bir süre sonra tavana boş boş baktım. Kitabı iliklerime kadar yaşadığımı hissettim, okurken kimi yerde debelendim ve kelimeler beni yorduğundan ötürü belli bir süre kenara koyup dinlenmek zorunda hissettim kendimi.

  Behçet Necatigil’in çevirisiyle okumaya erişmek gerçekten bir lütuf, sadece orijinal dil olan Norveççe’den değil de Almanca’dan çevrilmesiyle bir duraksattı ama tabi ki anlık bir şeydi, kitabı okurken hiçbir yerde yadırgamadım veya söylenmedim.

  Ana karakterimiz, ne adını biliyoruz, ne yaşını, ne de kendisiyle ilgili herhangi bir bilgiyi, bir yazar. Gazetelere yazılar gönderiyor, eğer şanslıysa az buçuk para alabiliyor (genelde şanssız) ve geçimini sağlayabildiği tek şey bir kağıt ve bir kalem. Daha sonra ayrıntılı bir şekilde değineceğim ancak şu an söylemek istediğim ilk kişisel özelliği, gerçekten aşırı onurlu ve gururlu bir adam olması, hatta bu duygular onda hastalık derecesinde yer etmiş. Kitapta, bir yazarın, günler boyunca nasıl açlıkla pençeleştiği anlatılmakta, ve bu öylesine güzel anlatılmış ki, insan bir süre sonra yemeklerden gerçekten tiksinmeye başlıyor.

  “Rasgele bir kalem olsa bunca yol yürümek aklımdan bile geçmezdi,” dedim. “Ama bu kalem için değişir iş, bu başka. Değersiz bir şey gerçi, fakat benim şu yeryüzündeki yerimi aşağı yukarı bu kalem sağladı; hayattaki yerimi, ben adeta ona borçluyum.” (s.20)

  Knut Hamsun, nedendir bilmem, kişisel özellikler olarak bana Lovecraft’ı çağrıştırıyor. Edebiyatta bir yer etmek gibi bir amaç güttüğünü düşünmüyorum, kendisi için yazdığı ve aslında Açlık kitabını bir otobiyografi biçiminde düşünmemizin de makul olacağı kanısındayım, çünkü birebir yaşadığı şeyleri anlatmış, o hisle boğuşmuş yani, insan dehşete düşüyor yemin ederim.

  Knut Hamsun, ayrıca Kristiania’yı, yani günümüzdeki adıyla Oslo’yu kitabın ilk cümlesinde şöyle bir şekilde tanımlıyor: “Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir Kristianaia’da aç açına sürttüğüm günlerdeydi...” Kitabın sonunda sadece yumruk yemekle kalmıyor; aynı zamanda, ağzı burnu parçalanmış, ruhu, her bir şeyi tükenmiş olarak terk ediyor o şehri.
 
  Karakterimiz, aşırı, apaşırı gururlu bir insan, öylesine bir adam ki bu, cebinde beş parası yokken, açlıktan kıvranıyorken, başka fakir insanları düşünebilecek, onlar için eşyalarını satabilecek kadar erdemli birisi. İş görüşmesine giderken pantolonunu temiz görünsün diye tükürüğüyle ıslatıyor ve o durumda bile insanların onun hakkında kötü bir şeyler düşünmesini istemiyor.

  Öylesine bir açlık çekiyor, öylesine kıvranıyor ki, bir yerde hırsızlık yapmamakta, ölmesi pahasına bile çalmamakta da bir o kadar ısrarcı davranıyor, ve bu durumda korkutucu şeyler gerçekleşiyor. Parmağını ısırıyor, kanlar akıyor ve onları emiyor, bu sahnede midemde hafifçe titreşimler hissettim, sanki uçurumdan aşağıya yuvarlanıyordum ve tüm yemeklerden tiksindim, hepsinden. O kadar aç ki, öyle perişan bir durumda ki, bir kasaba gidiyor, köpeği için kemik istiyor ama bilin bakalım ne oluyor, kendisi o kemiği iştahla arka sokakların birinde kemiriyor ve sonra da kusuyor. İçler acısı.

Açlık başıma vurmuş, beni sarhoşa döndürmüştü. (s.50)

  Kitap boyunca gururundan dolayı bir şeyler çalmamakta ısrar ediyor, hatta öyle bir durum yaşanıyor ki şaşıp kaldım. Bir gün yazı yazmak için, eskiden durumunun fena olmadığı günlerde gittiği bir bakkala gidiyor, mum istiyor, ama cepte para yok tabi ki. Düşünüyor, işte rica etsem vermeleri için, zaten önceden de hiç böyle bir şey yapmadığımı biliyorlar diye, ama ağzını açamıyor, tezgahtarla karşılıklı bakışıyorlar, ve tam bu sırada çocuğun gözleri parlıyor, kusura bakmayın vermiştiniz siz parayı diyerek bir de üstüne üstlük paranın üstünü uzatıyor. Şaşkın bakışlarla karakterimiz alıyor ama daha sonrasında vicdanı onu öylesine kemiriyor ki, gidip parayı fakir birisine veriyor ve sonrasında da tezgahtar çocuğa suçunu itiraf ediyor.

  Kendime en yakın hissettiğim, en ince işlenmiş karakterler birisiydi. Çoğu kişi tarafından eleştirilmiş gereksiz olarak adlandırılan gururundan ötürü ancak ben kendimi ona öylesine yakın hissettim ki, karşımda olmasını istedim bir an. Okuduğum en güzel ve modern dünyanın pisliğinden arınmış karakterlerden birisiydi, herkes onun gibi olsa, dünya yaşanılabilir bir yer haline gelirdi ama bir yandan da onun ve onun gibilerin önemi fark edilemeyecek olurdu.

  Misal, şu ifadelerde ne kadar hassas birisi olduğunu görebiliyoruz:

    Ben giderken elini miğferine götürüp selam verdi. Gösterdiği yakınlık bana pek dokunmuştu; param yok, tutup ona bir beş kron veremedim, diye ağladım (s.54)

  Bu adamın gösterdiği dostluk sınırsızdı adeta, ve ben buna saygı göstermek istiyordum. Açlıktan öleyim daha iyi. (s.69)

 Açlıkla boğuştuğu sahnelerde yaşadıkları, o psikolojik durumu, hisleri, düşünceleri de ayrıca mükemmel bir şekilde anlatılmıştı:  Alnımı bile bile sokak fenerlerine çarpıyor, tırnaklarımı avuçlarıma batırıyor, düzgün konuşamadım mı, öfkemden kudurarak dilimi ısırıyor, canım yandıkça, deliler gibi gülüyordum. (s.75)

  İlk başlarda Tanrı’dan yardım istiyor, ona yalvarıyor, bana yardım edeceğini biliyorum, moduna dönüyor ve zaman ilerledikçe, gün geçtikçe fikirlerinin evrildiğini görebiliyoruz. Yaratıcıya inanıyor, onu reddetmiyor ama adaletine inanmıyor, ona hakaretler ediyor ve bu durumda da karakterimiz bazı şeyleri sorguluyor. Bu kadar merhametliyse, kendi parmağını kemirirken neredeydi? O kadar acı çekerken neredeydi? Tanrı’ya kustuğu nefreti görebiliyoruz, bu soruların ardından görebiliyoruz.

  Nem eksikti benim? Tanrı beni mi göstermişti? Neden bir başkasını değil de beni? İlle gösterecekse niçin Güney Amerika’da bir adam gösterilmiyordu? (s.21)

   Kanapede oturmuş, bütün bunları düşünüyor, sürüp giden eziyetleri yüzünden Tanrı’ya gittikçe daha çok hırslanıyordum. Istırap çektirmekle, karşıma engel üstüne engel çıkarmakla beni kendisine yaklaştıracağını, yola getireceğini sanıyorsa aldanıyordu; (s.22)

    Ayrıca Knut Hamsun’un İstanbul’a geldiği, hatta bununla ilgili bir kitabı da olduğundan bahsetmek istiyorum, onu da en kısa zamanda okumayı arzuluyorum. Bkz: İstanbul’da İki İskandinav Seyyah

  Bunu söylememin nedeni ise kitapta İzmir’in bahsi geçmeseydi, bir an şaşırdığım doğrudur.

  “Hey, biraz dikkatli olun!” dedim yüksek sesle. “İçinde çok değerli iki vazo var; paket İzmir’e gidecek.” (s.34)

  Knut Hamsun, şüphesiz, en eşsiz ve en kendisine özgü yazarlardan bir tanesi. Açlık romanıyla o duyguları öylesine bir üslupla anlatmış ki uzun süre midenizin kitleneceği veya yemeklerden tiksinecek duruma gelmeniz pek şaşırtıcı olmayacaktır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder