15 Ekim 2016 Cumartesi


Satranç (Schachnovelle)
Stefan Zweig
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 83
Çeviren: Ahmet Cemal
7. Baskı, Ocak 2016

***

 Satranç’ı bu kadar popüler olmadan önce de çok okumayı istiyordum, defalarca gördüm, araştırmalarımda karşılaştım ve en sonunda bu ay almış bulundum. Ve kitabı bitirdiğimde rutin hareketlerimden birini sergiledim –daha erken okumamış olduğum için pişmanlık duydum.

  Satranç, hiç şüphesiz okuduğum en iyi öykü kitaplarından birisi. İçerdiği muazzam psikolojik tasvirler ve olabilecek en harika bir biçimde işlenmiş kurgusu ile beni kendine hayran bıraktı. Bu okuduğum ilk Stefan Zweig kitabıydı, ama son olmayacağına garanti verebilirim.

  Olaylar, New York’tan Buenos Aires’e giden bir yolcu gemisinde geçiyor. Öykünün temel kahramanları; acemi veya sıradan olarak adlandırılabilecek bir satranç oyuncusu olan anlatıcımız, o dönemde dünya satranç şampiyonu olan Mirko Czentovic ve dahiyane bir oyuncu olmasına rağmen uzun bir süredir satrançtan uzak kalmış olan Doktor B.

  Anlatıcımız bu usta satranç oyuncusu ile tanışmayı gerçekten çok istemektedir, ve bundan ötürü onun dikkatini çekmenin yollarını düşünmeye başlar. En sonunda birisinin dikkatini çekmenin en kolay yolunun, insanın sevdiği veya uğraş verdiği bir alanla ilgilenen başka birisiyle karşılaşması olduğunu kavramaya başlar.

  Aslında gerçekten güzel bir yöntem bu. Nasıl biz sokakta kitap okuyan birisini gördüğümüzde göz ucuyla bile olsa kitabın adını okumaya çalışıyorsak, ilgimiz o kişiye yoğunlaşıyorsa, aynı şekilde bu konuda da aynı şey olacaktır.

  Ve anlatıcı, karşısına bir rakip bulur. Hırslı, zengin, varlıklı, sinirli ve kibirli bir adam, kendini herkesten ve her şeyden üstün görebilecek kadar ukala, Mirko Czentovic gibi. Oynamaya başlarlar, zaman geçer ve sonrasında anlatıcı ve o adam arasında gelişen oyun usta satranç oyuncusunun dikkatini çeker. Usulca bakar ve bakışlarından o küçümseme edasını yakalarız.

   Daha sonrasında varlıklı olan adamın iyice hırslanmasıyla dünya satranç şampiyonuyla ertesi gün için bir maç ayarlanır. Anlatıcı, varlıklı adam ve birkaç kişi, sadece tek kişiye, şampiyona karşı oynar ve yenilir. Rövanş istenir, oyunun ortalarında tam bir hamle yapacakları sırada yaşlı bir adam çıkagelir, bu adam Doktor B.’dir. Onlara hamlelerinin yanlışlığından bahseder ve altı yedi hamle sonrasını söyleyerek bir yönlendirme yapar, berabere kalmalarını sağlar. Elbette bu onlarda büyük bir şok ve sevinç dalgası yaratır.

  Peki kimdir bu adam?
 
  “Bize hiçbir şey yapmadılar –sadece bizi en mutlak anlamdaki hiçliğin içerisine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi dünyada hiçbir şey insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz. Tek tek her birimizi mutlak anlamda bir hava boşluğuna, dışarıya tümüyle kapalı bir odaya hapsetmekle, sonunda dudaklarımızın açılmasını sağlayacak baskının dayak ve soğuk aracılığıyla dışarıdan değil, ama iç dünyalarımızdan kaynaklanması amaçlanmıştı.” (s37)

“düşüncelerimi yutacak, yutacaktım, ta ki boğulana ve sonunda onları kusmaktan başka çare bulamayana kadar,” (s.41-42)

  2. Dünya Savaşı’nda tutuklanarak bir yere kapatılması, burada zerre dayak veya şiddet görmeden düşünceleriyle baş başa bırakılması, oyalanacak hiçbir şeye sahip olmaması, ve en sonunda delirecek raddeye gelmesi. İşte amaçlanan şey de bu aslında, gerçekten fiziksel olarak zarardan çok insanlara verilen psikolojik hasarlar onlar üzerinde daha derin etkiler yaratıyor, onları daha çok sarsıyor, kafalarına öyle bir yerleştiriliyor ki bu düşünceler, insan bir süre sonra kendini kaybediyor, Stefan Zweig gibi maalesef.

  Sonrasında bir gün bir satranç kitabı buluyor Doktor B. ve muhafızlardan gizleyerek onu anlamaya çalışıyor. Satrancı öğreniyor, kitaptaki bütün oyunları ezberliyor ve ezbere bildiklerinden her birini yaklaşık 150 kez kafasında oynuyor, sonrasında kafasında yeni oyunlar yaratmaya başlıyor, hem siyah oluyor hem beyaz, kendisine karşı kendisi yani. Bu inanılmaz bir şey, ne tahta var, ne bir şey, tamamen kafasından ve kendisine karşı kendisi, muazzam ama aynı zamanda da korkutucu.

  Ardından delirecek noktaya geliyor ve hastaneye yaratılıyor. Taburcu edildiğinde ise doktor ona bırakın oynamayı, bir satranç tahtasına bile yaklaşmamasını öğütlüyor. Çünkü eğer yaklaşırsa tekrar tetiklenecek bu arzu, tekrar acı çekecek, tekrar o hücredeki günleri ve kafasında manyak derecede saplantı haline gelen satrancı hatırlayacak.

  Neil Gaiman Yolun Sonundaki Okyanus kitabında şöyle demişti: “Çocukluk anıları bazen sonradan yaşananların altında kalıp silikleşir; yetişkinlerin dolabının dibinde unutulan oyuncaklar gibidirler ama asla sonsuza kadar kaybolmazlar.”

  İşte sorun da bu, bilinçaltı. Tetikleyecek bir şeyler olduğunda sanki asla öyle bir şey olmamış gibi yaşadığımız şeyler bir anda su yüzüne çıkıyor ve bizi boğmaya çalışıyor. Doktor B’nin gemide oynarken inanılmaz derecede haz aldığının farkındayız ama  sonrasında delirdiğini görmeye başlamak, sadece 2. oyunu oynarken hem de, işte bu maalesef çok üzücü bir durum.


  “İnsan bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu ve onunla birlikte düşünceler de bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu, sürekli gidip geliyordu. Fakat sonuçta düşüncelerin de, ne kadar herhangi bir özden yoksunmuş gibi görünürlerse görünsünler, bir destek noktasına ihtiyaçları vardır, aksi takdirde dönmeye ve anlamsız bir biçimde kendi etraflarında çember çizmeye başlarlar; onlar da hiçliğine dayanamazlar.” (s.38)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder