Satranç (Schachnovelle)
Stefan Zweig
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 83
Çeviren: Ahmet Cemal
7. Baskı, Ocak 2016
***
Satranç’ı bu kadar popüler olmadan önce de çok
okumayı istiyordum, defalarca gördüm, araştırmalarımda karşılaştım ve en sonunda
bu ay almış bulundum. Ve kitabı bitirdiğimde rutin hareketlerimden birini
sergiledim –daha erken okumamış olduğum için pişmanlık duydum.
Satranç, hiç şüphesiz okuduğum en iyi öykü
kitaplarından birisi. İçerdiği muazzam psikolojik tasvirler ve olabilecek en
harika bir biçimde işlenmiş kurgusu ile beni kendine hayran bıraktı. Bu
okuduğum ilk Stefan Zweig kitabıydı, ama son olmayacağına garanti verebilirim.
Olaylar, New York’tan Buenos Aires’e giden
bir yolcu gemisinde geçiyor. Öykünün temel kahramanları; acemi veya sıradan
olarak adlandırılabilecek bir satranç oyuncusu olan anlatıcımız, o dönemde
dünya satranç şampiyonu olan Mirko Czentovic ve dahiyane bir oyuncu olmasına
rağmen uzun bir süredir satrançtan uzak kalmış olan Doktor B.
Anlatıcımız bu usta satranç oyuncusu ile
tanışmayı gerçekten çok istemektedir, ve bundan ötürü onun dikkatini çekmenin
yollarını düşünmeye başlar. En sonunda birisinin dikkatini çekmenin en kolay
yolunun, insanın sevdiği veya uğraş verdiği bir alanla ilgilenen başka birisiyle
karşılaşması olduğunu kavramaya başlar.
Aslında gerçekten güzel bir yöntem bu. Nasıl
biz sokakta kitap okuyan birisini gördüğümüzde göz ucuyla bile olsa kitabın
adını okumaya çalışıyorsak, ilgimiz o kişiye yoğunlaşıyorsa, aynı şekilde bu
konuda da aynı şey olacaktır.
Ve anlatıcı, karşısına bir rakip bulur.
Hırslı, zengin, varlıklı, sinirli ve kibirli bir adam, kendini herkesten ve her
şeyden üstün görebilecek kadar ukala, Mirko Czentovic gibi. Oynamaya başlarlar,
zaman geçer ve sonrasında anlatıcı ve o adam arasında gelişen oyun usta satranç
oyuncusunun dikkatini çeker. Usulca bakar ve bakışlarından o küçümseme edasını
yakalarız.
Daha sonrasında varlıklı olan adamın iyice
hırslanmasıyla dünya satranç şampiyonuyla ertesi gün için bir maç ayarlanır.
Anlatıcı, varlıklı adam ve birkaç kişi, sadece tek kişiye, şampiyona karşı
oynar ve yenilir. Rövanş istenir, oyunun ortalarında tam bir hamle yapacakları
sırada yaşlı bir adam çıkagelir, bu adam Doktor B.’dir. Onlara hamlelerinin
yanlışlığından bahseder ve altı yedi hamle sonrasını söyleyerek bir yönlendirme
yapar, berabere kalmalarını sağlar. Elbette bu onlarda büyük bir şok ve sevinç
dalgası yaratır.
Peki kimdir bu adam?
“Bize hiçbir
şey yapmadılar –sadece bizi en mutlak anlamdaki hiçliğin içerisine
yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi dünyada hiçbir şey insan ruhu üzerinde
hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz. Tek tek her birimizi mutlak anlamda
bir hava boşluğuna, dışarıya tümüyle kapalı bir odaya hapsetmekle, sonunda
dudaklarımızın açılmasını sağlayacak baskının dayak ve soğuk aracılığıyla
dışarıdan değil, ama iç dünyalarımızdan kaynaklanması amaçlanmıştı.” (s37)
“düşüncelerimi yutacak, yutacaktım, ta ki boğulana ve
sonunda onları kusmaktan başka çare bulamayana kadar,” (s.41-42)
2. Dünya Savaşı’nda tutuklanarak bir yere kapatılması,
burada zerre dayak veya şiddet görmeden düşünceleriyle baş başa bırakılması,
oyalanacak hiçbir şeye sahip olmaması, ve en sonunda delirecek raddeye gelmesi.
İşte amaçlanan şey de bu aslında, gerçekten fiziksel olarak zarardan çok
insanlara verilen psikolojik hasarlar onlar üzerinde daha derin etkiler
yaratıyor, onları daha çok sarsıyor, kafalarına öyle bir yerleştiriliyor ki bu
düşünceler, insan bir süre sonra kendini kaybediyor, Stefan Zweig gibi maalesef.
Sonrasında bir gün bir satranç kitabı buluyor
Doktor B. ve muhafızlardan gizleyerek onu anlamaya çalışıyor. Satrancı
öğreniyor, kitaptaki bütün oyunları ezberliyor ve ezbere bildiklerinden her
birini yaklaşık 150 kez kafasında oynuyor, sonrasında kafasında yeni oyunlar
yaratmaya başlıyor, hem siyah oluyor hem beyaz, kendisine karşı kendisi yani.
Bu inanılmaz bir şey, ne tahta var, ne bir şey, tamamen kafasından ve kendisine
karşı kendisi, muazzam ama aynı zamanda da korkutucu.
Ardından delirecek noktaya geliyor ve
hastaneye yaratılıyor. Taburcu edildiğinde ise doktor ona bırakın oynamayı, bir
satranç tahtasına bile yaklaşmamasını öğütlüyor. Çünkü eğer yaklaşırsa tekrar
tetiklenecek bu arzu, tekrar acı çekecek, tekrar o hücredeki günleri ve kafasında
manyak derecede saplantı haline gelen satrancı hatırlayacak.
Neil Gaiman Yolun Sonundaki Okyanus
kitabında şöyle demişti: “Çocukluk anıları
bazen sonradan yaşananların altında kalıp silikleşir; yetişkinlerin dolabının
dibinde unutulan oyuncaklar gibidirler ama asla sonsuza kadar kaybolmazlar.”
İşte sorun da bu, bilinçaltı. Tetikleyecek
bir şeyler olduğunda sanki asla öyle bir şey olmamış gibi yaşadığımız şeyler
bir anda su yüzüne çıkıyor ve bizi boğmaya çalışıyor. Doktor B’nin gemide oynarken
inanılmaz derecede haz aldığının farkındayız ama sonrasında delirdiğini görmeye başlamak, sadece
2. oyunu oynarken hem de, işte bu maalesef çok üzücü bir durum.
“İnsan bir
aşağı bir yukarı gidip geliyordu ve onunla birlikte düşünceler de bir aşağı bir
yukarı, bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu, sürekli gidip geliyordu. Fakat
sonuçta düşüncelerin de, ne kadar herhangi bir özden yoksunmuş gibi
görünürlerse görünsünler, bir destek noktasına ihtiyaçları vardır, aksi
takdirde dönmeye ve anlamsız bir biçimde kendi etraflarında çember çizmeye
başlarlar; onlar da hiçliğine dayanamazlar.” (s.38)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder