29 Ekim 2016 Cumartesi

Hayvan Çiftliği (Animal Farm)
George Orwell
Sayfa Sayısı: 152
Çeviren: Celal Üster
Can Yayınları
İstanbul, Ocak 2016, 45. Basım
**

  Son zamanlarda beğeneceğimi okumadan hissettiğim kitapları tercih ediyorum, ve şu ana kadar hiçbirinde hayal kırıklığına uğramadım. Bunu baştan hissetmek ne kitabın değerini azaltıyor, ne de merak duygusunu eksiltiyor. Aksine olayları merak ettiğim için daha da sıkı, sımsıkı bağlanıyorum onlara. George Orwell okumak için de içimdeki merak duygusu kabardıkça kabarmış, ilk fırsatta bir kitabını alıvermiştim. Bu da Hayvan Çiftliği oldu tabi ki, hem konusu ve hem de sayfa sayısının azlığı nedeniyle başlangıç için fena bir kitap olmayacağı kanısına vardım.

  Okuduğum en ilginç kitaplardan birisiydi. Bir kere yazarın zekasına hayran kalmamak elde değil, saygıyla selamlıyorum bundan dolayı kendisini. Eleştiriyi böyle bir yöntemle yapmak, kitabın su gibi akıp gitmesi, içine oturtulmuş ince ama derin anlamlarla dolu, dopdolu ve zengin bir kitap halini almasından ötürü okuyucunun büyülenmesi kaçınılmaz hale gelmiş.

  Bay Jones, bir çiftlik sahibi ve orada yaşayan bazı hayvanlar var. Hayvanlar, yaşadıkları yaşam koşullarından rahatsızlık duyuyor, Koca Reis denilen bir domuzun da bu fikri vererek tetiklemesiyle bir isyan başlatarak Bay Jones ve yandaşlarının elinden çiftliği alarak kendi düzenlerini kuruyorlar. Başlarda her şey kusursuz; eşitlik, adalet hakim, artık yedikleri ürünler daha bol, daha şanslı gibiler ama sonrasında, en zeki olarak adlandırılan takım, domuzlar, yönetimi ele geçirerek zamanla Bay Jones’un yanlarında melek gibi kalabileceği bir düzen kuruyor, hayvanlar için cehennem de işte o zaman başlamış oluyor.

  Özgürlüklerini savunamayanların ödedikleri bedel ağırdır. Özgürlük, değerli olduğu ölçüde kırılgandır da... (s.15-Celal Üster)

  Yavaş yavaş her konuya değinmek istiyorum ama önceliği sürü psikolojisi ve sorgulamaya vereceğim. Kitaptaki neredeyse her ayrıntı üzerinde düşünülmüş ve biz de okurken bunları değerlendirerek kapıları yavaş yavaş açabiliyor ve anlamlandırabiliyoruz bazı şeyleri. Koyunların, domuzlara itaatlerini belirtmek için devamlı mee-mee sesleri çıkartıp o klişe cümleyi (DÖRT AYAK İYİ, İKİ AYAK KÖTÜ) söylemeleri aslında gerçekte de kullanılmakta olan koyun sürüsü tabirini önümüze sunuyor. O ne derse, doğrudur; ne yapsa, doğrudur; ne söylese, haklıdır ve eğer sen ona karşı çıkacak olursan, ayvayı yedin.

  Bu dünyada açlık ve yokluk içinde yaşıyorlardı; başka bir yerlerde daha iyi bir dünyanın bulunmasından daha doğru, daha anlaşılır ne olabilirdi? (s.128)

  Zamanla kuralların değişmesi olayı var ayrıca. Gözlerinin önünde, değişiyor, farklılaşıyor, farkındalar ama görmemezlikten geliyorlar, yanlış hatırlamaya getiriyorlar olayı çünkü işlerine ancak bu geliyor. Sorgulamalardan, düşünmekten milyarlarca ışık yılı uzaktalar. Bu da bir nevi toplum baskısının, dayatmanın sonucu, onlara da suçu atmak, kolaya kaçmak istemiyorum çünkü, baskı, kocaman bir insan ırkını paçavra gibi atmak için en etkili yöntemdir, her şeyi mahvedebilir, her şeyi yok edebilir.

  İşte, yoldaşlar, tüm sorunlarımızın yanıtı burada. Tek bir sözcükte özetlenebilir: İnsan. Tek gerçek düşmanımız İnsan’dır. İnsan’ı ortadan kaldırın, açlığın ve köle gibi çalışmanın temelindeki neden de sonsuza dek silinecektir yeryüzünden. (s.24)

  Tehlikeli bir kitap, gerçekten öyle. 1945 yılında basılmış ama günümüz ile olan benzerlikleri ürkütücü. Bu gelecek miydi, var olanın devamı mıydı yoksa? Aslında anlatılanlar çok tanıdık, aşırı hem de. Günümüz Türkiyesi ve kitap. Okuyup analiz edince, hatta analize bile gerek yok, direkt, doğrudan bir şekilde yüzümüze çarpılmış gerçekler. Tabi biliyoruz ki, bakmakla görmek aynı şey değildir.

Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir. (s.141)

  Yazıldığı dönemde Sovyetler Birliği’ne ithaf olmuş bir kitap, önceden bu bilgileri bilebilmek okurken algımızın daha da açık olmasını sağlıyor ve taşı gediğine oturmak terimi sanırım burada devreye giriyor. Sonradan öğrendiğim bilgilere göre:

  Bay Jones: Son Rus Çarı
  Koca Reis: (devrimin ilk tohumlarını atan kişi)  Karl Marx
  Boxer: (devamlı, devamlı çalışan bir at) işçi
  Snowball: (Stalin’e muhalifliği nedeniyle kovulan kişi)  Troçki
  Napolyon: (iktidarı ele geçirip kendi halkına zulmeden bir domuz)  Stalin
  Squealer: (tüm hayvanlara kendini dinletebilen, devamlı yalan söyleyen bir domuz) Pravada gazetesi
 Fredericks: Hitler’in romandaki karşılığı
  Moses: (devamlı öyküler, ve toz pembe hayallerle dolu bir kişilik)  Kilise veya din

  Muhteşem, gerçekten öyle. Kitaptaki hiçbir karakter öylesine yazılmış değil, hiçbir söz boşa söylenmiş değil. Hepsi birçok şeyi temsil ediyor, birçok şeyi simgeliyor. Özellikle Moses’ın verdiği, yani ona ithaf edilen anlam beni şoka uğrattı.

  Snowball, “Bak yoldaş,” demişti, “Senin onsuz edemediğin kurdele, köleliğin simgesidir. Özgürlüğün kurdelelerden çok daha değerli olduğunu kafan almıyor mu?” (s.31)

  Okuduğum bir yorumla farkına vardığım üzere sadece bir komünizm eleştirisi yok, aynı zamanda kapitalizm eleştirisi de var, iki taraf da savunulmuyor aslında ve bir paradoks izlenimi veriyor bana. Hangisinin doğru olduğunu veya birisine doğru kelimesini yapıştırmak maalesef çok zor.

   Tanrı bana sinekleri kovayım diye bir kuyruk vermiş; ama keşke sinekler de olmasaydı, kuyruğum da. (s.20)

  Pek çok şeyin de aslında insanın zorbalığından, kötülüğünden ve vahşetinden kaynaklandığı gün gibi açık. Kendini dünyanın efendisi, her şeyin sahibi olarak görüyor, en küçücük şeyin bile kendisine ait olduğunu iddia ediyor. Doymak bilmeyen bir açgözlülük ve hırsla sarılı çünkü. Tarihteki soykırımlar, Kızılderililere uygulananlar, Şef Seattle’ın mektubunu okuduğumuzda işte bize dediği gibi: Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.

  İnsan üretmeden tüketen tek yaratıktır. Süt vermez, yumurta yumurtlamaz, sabanı çekecek gücü yoktur, tavşan yakalayacak kadar hızlı koşamaz. Gene de tüm hayvanların efendisidir. (s.24)

  İnsanoğlu, kendinden başka hiçbir yaratığın çıkarını gözetmez. (s.26)

  Bu tarz kitapları birkaç senede bir yeniden okumak lazım ki, sarsılalım, silkinelim, kendimize gelelim ve modern dünyanın ne kadar rezil bir yer olduğunun farkına varabilelim, unutmayalım, bakmakla görmek aynı şey değildir.

  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder