13 Ekim 2016 Perşembe



Zaman Makinesi (The Time Machine)
H.G. Wells
İthaki Yayınları
Sayfa Sayısı: 140
Çeviren: Volkan Gürses

3. Baskı, Eylül 2016


***
Uyarı: Bu yorum, kitap hakkında ayrıntılı bilgi içerebilir, lütfen bunu dikkate alarak okuyunuz!

Evrenin en iyi bilim kurgu yazarlarından birinin H.G. Wells olduğu su götürmez bir gerçek. Daha önce başka kitaplarını okumamış olmama rağmen Zaman Makinesi’ni okuduktan sonra, dahiyane zekası, zamanının ötesinde bir insan olması, kurduğu o muntazam ve acı verici gerçeklerle örtülü ütopya, aynı zamanda daha izafiyet veya kuantum teorisi ortada yokken böyle bir bilgiyi kullanması, daha doğrusu üretmesi beni hayretlere sürükledi. Yuvarlandım öyle.

  Günümüzden yaklaşık  121 yıl önce zaman makinesinden bahsetti, uzay zamandan bahsetti, zaman yolculuğundan bahsetti ve bunların hepsini 1895 yılında yaptı. Bu durumda ne denir ki acaba?

  Bir Perşembe günü bir Zaman Yolcusu  tıp, psikoloji gibi alanlarda uğraş gerçekleştirmiş konuklarını akşam yemeğine çağırır. Dipnot olarak: Kitap, bu konuklardan birinin ağzından anlatılmaktadır. Zaman Yolcusu, onlara bir zaman makinesi icat ettiğinden bahseder ve tabi ki konuklar bu sözlerinin ardından ona gülerler, inanmazlar. Zaman Yolcusu’nun küçük taslak bir makineyi getirmesinin ardından çalıştırması ve hemen ardından makinenin etrafında dönerek bir anda yok olmasına şahit olduklarında artık bir şeyler kesinlikle değişmiştir (en azından fikirler) ve bu onlar için eşsiz bir tecrübe olmuştur.

  Yine de tabi ki içlerinde bazıları inanmayı reddetmeye de çalışır, sihirbazlık, yok masanın altına girdi gibisinden. Elbette herkes kendi görüşünü beyan etmekte özgür, ama bu tarz durumlarda gözle görülen şeyi inkar etmek biraz sinir bozucu oluyor, yoksa ne demişlerdi: Duyduğunun hiçbirine, gördüklerinin yarısına inan.

  Ayrıca ana karakterimiz, Zaman Yolcusu’nu şöyle tanımlar kitapta:

 “Aslında bakılırsa, Zaman Yolcusu kolay kolay inanılmayacak kadar zeki olan şu adamlardan biriydi; onunla ilgili her şeyi kavradığınızı asla hissedemez, her zaman kurnaz bir ihtiyattan, görünür içtenliğinin arkasında pusuda bekleyen bir hinlikten kuşkulanırdınız. Modeli bize Filby göstermiş ve aynen Zaman Yolcusu’nun kullandığı kelimelerle konuyu bize o açıklamış olsaydı, ona karşı çok daha az bir şüphecilik sergilerdik. Çünkü onun dürtülerini anlamış olurduk; Filby’i bir kasap bile anlayabilir.”

  Aslında bu bir tutku, bağlı olduğunuz işi sahiplenmek, tenimize kazınmış gibi sarıp sarmalamak, arkasından koşmak ve ne pahasına olsun yılmamak sanırım, işte bir noktada diğerlerinden bu şekilde de ayrılabiliyor insanlar.

  Ertesi hafta Perşembe günü, saat 20.30’da buluşmak üzere sözleşirler. Ve o gelecek Perşembe, Zaman Yolcusu’nu bulduklarında harap bir halde olduğunu, her tarafının kirle kaplı olduğunu fark ederler. Perişan görünüyordur, açtır, yemekleri büyük bir iştahla yer ve herkes merak içinde izler onu. Sonra Zaman Yolcusu yıkanıp karnını doyurup temiz kıyafetlerini giydikten sonra onları laboratuvarına çağırır ve o eşsiz makinesini gösterir, inamayacağınızı biliyorum ama en azından hikaye olarak da olsa dinleyin lütfen, ama yemin ederim ki hepsi gerçek tarzı bir şeyler söyler ve başlar anlatmaya.

  Evet, zamanda yolculuk yapmıştır, geleceğe, milattan sonra 802.701 tarihine gitmiştir.

  Gelecekle ilgili beklentilerimiz nedense hep teknolojinin aşırı ilerlemesi, sanatın, bilimin, medeniyetin tavan yapması üzerine kurulmuştur. Ama işte bu noktada biraz daha geniş düşünmek gerek ve yazar bu konunun üzerinde müthiş bir şekilde duruyor.

  Ya gelecek, düşündüğümüz gibi değilse?

  Kitaptan gelsin,

  “ ‘Malumunuz, her zaman, “sekiz yüz iki bin küsür yılı” insanlarının bilgi, sanat, her şeyde bizden inanılmaz derecede ileride olacaklarını öngörürdüm. Sonra bir tanesi aniden, bizim beş yaşındaki çocuklarımızın zeka düzeyinde olduğunu gösteren bir soru sordu; ben bir yıldırımın içinde güneşten mi gelmiştim!’ ”

  Fark ediyoruz ki insanlık rezil bir hale gelmiş. Okuma yazma yok, kitap yok, eğitim yok, yaşamları uyumak ve yemek tarzı durumlar arasında gelip gidiyor, hisleri körelmiş, boyları 1.20 civarında ve tembellik inanılmaz boyutlara ulaşmış. Hastalıklar, savaşlar, yaşlı ve sakat insanlar bile yok. Tek besin kaynakları meyveler ve sebzeler, insanoğlu bu dünyanın başına gelen en kötü şey gerçekten, hayvanların soyunu bile tüketmiş. Mesela nehirde bir kız boğuluyor, çırpınıyor ama kimse en ufak bir harekette bulunmuyor. İnsanlığın en rezil boyutunda gibiler, rezilliğin bir sınırı varsa tabi.

“Güç, ihtiyacın ürünüdür; güvenlik güçsüzlüğü arttırır.”(s.64)

 Sonrasında Zaman Yolcumuz araştırmasına devam ediyor ve kafasında bazı sorular oluşuyor. Örneğin,

 -“Bu insanlar ihtiyaçlarını nasıl karşılıyorlar?”
-“Karanlıktan deli gibi korkuyorlar, gece niçin dışarıya çıkmıyorlar?”
  gibi gibi.
 
 Ve sonra öğreniyoruz ki insan ırkı 2 gruba ayrılmış, birincisi yukarıda bahsettiğim, tamamen refah içerisinde yaşayan zengin, aristokrat grup Eloiler, ve diğerleri, yani 2. grup da ezilmiş, dışlanmış, hor görülmüş, fakir ve işçi sınıfı olarak adlandırabileceğimiz kesim, Morlocklar.

  Morlocklar, sadece karanlıkta yaşıyor ve sadece gece dışarı çıkıyorlar, vahşiler, saldırganlar, diğerlerinin ihtiyaçlarını karşılıyorlar aynı zamanda ve bunlardan çok korkan Eloiler de asla karanlık bir ortama ne giriyor, ne de gece dışarı çıkıyorlar. Onlar da ışıktan deli gibi korkuyor, ve o dönemde artık kibrit bile kalmamış, ateş yok. Ana karakterimiz de onların inine girerken cebindeki kibritlerden yardım alıyor, böylece onlar da delicesine korkuyor.

“Böylece, sonunda yerin üstünde, zevk, konfor ve güzellik yaşayan Sahip-olanlar ile yerin altında, sürekli bir biçimde işlerinin koşullarına uyum sağlamakta olan işçiler, yani Sahip-olmayanlar kalacak.” (s.87)

  Bu sırada bazı olaylar gelişiyor tabi, zar zor kurtuluyor, ölümden dönüyor, ve geri dönüp bu olayları konuklarına anlatma kısmına geliyoruz, yani hikayenin en başına. Herkes şaşkın, buna inanmak reddediliyor, ama ürktüklerini, bu korkunç geleceğin onların tüylerini diken diken ettiklerine eminim.

  Kitabın sonunda, Zaman Yolcusu tekrar kayıplara karışıyor, ve kaybolmasının ardından üç sene geçtikten sonra bile hala ortada görünmüyor. Öldü mü, yoksa başka bir şey mi oldu, bilmiyoruz.

  Yaratılan bu gelecek, gerçekten insanın içinde bir boşluk oluşturuyor ve hani kişisel olarak kafam “acabalarla” dolup taştı. Her zaman kafama uçan arabalarla dolu (biraz sığ bir bakış, biliyorum) bir gelecek monte edilmişti ve bir anda böyle bir imaj çizilmesi beni bozguna uğrattı galiba, ufkun açılma olayı tam da bu sanırım.

  Zaman  makinesi icat edildiğinde (belki çoktan icat edilmiştir, kim bilir) birilerinin sanırsam H.G. Wells’i ziyaret etmesi gerekecek.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder