23 Ekim 2016 Pazar


Deliliğin Dağlarında (At the Mountains of Madness)
H.P. Lovecraft
Sayfa Sayısı: 132
Çeviren: Barış E. Alkım
Yayınevi: İthaki
3. Baskı, Şubat 2015, İstanbul

Kitabı bitirdiğimde o tuhaflık hissini üzerimden atamadım. İlk defa bilim kurgu ve korku unsurlarının bir arada kullanıldığı bir kitap okudum (sanki binlerce kitap okumuşum gibi oldu biraz) ve gerçekten birazcık afallamış hissediyorum kendimi şu an.

  “Anlatmam gereken gerçeklerden kaçınılmaz olarak kuşku duyulacak; yine de eğer mantıksız ve inanılmaz gözüken şeyleri çıkaracak olsaydım, geriye hiçbir şey kalmazdı.”  (sayfa.1)

  Howard Philips Lovecraft’ın kendine özgü bir yazar olduğu bir gerçek. Zor bir hayat yaşadığı ve bunun eserlerine yansıdığı, gotik yazım tarzı ve hayran olunası benzetmelerinden, tasvirlerinden anlaşılıyor. Kitabın arka kapağında yazan, yazar hakkındaki küçük kısmı da ayrıca defalarca kez okudum ve her okuyuşumda içim titredi.

 Miscatonik Üniversitesi’nden bir araştırma ekibi Güney Kutbu’na çeşitli incelemeler yapmak üzere giderler. Ancak bu çok önemli bir araştırmadır ve aynı zamanda özel olarak yapılmış bir sondaj makinesi tarzı bir cihaz da kullanılmaktadır. Ekip ikiye ayrılır, anlatıcımız, ve birkaç arkadaşı başka bir kısımda iken, diğer grup ise çok uzağa gider. Telsizle yaptıkları haberleşmelerde arkadaşlarından birisi olan Lake buldukları tuhaf canlı-yaratık kalıntılarından ve onlar hakkında yaptıkları incelemelerden bahseder, kısa süre sonrasında ise onlardan haber alınamaz.

  Hemen apar topar harekete geçerler ve onların yanına vardıklarında cansız bedenlerini, her yerin tamamen harap ve dağınık halde olduğunu görürler. Sonrasında ise bu gizemli dünyaya ayak atarak incelemelere başlarlar ve korkutucu gerçekleri kendi gözleriyle görürler.

  Tüm nicel kestirimler kısmen tahminlere dayalıdır. (sayfa.91)

  Kitapla ilgili söylemek istediğim ilk şey, 132 sayfa boyunca sıfır diyalog olması. Bu benim işime geliyor çünkü durgun fakat alt metni kuvvetli, gerilimi yavaş yavaş veren kitapları seviyorum. Ancak ne yalan söyleyeyim, bazı kısımlarda boğulacak gibi hissettim, gözlerim ağırlaştı ve kelimeler önümde uçuşmaya başladı. Zaten başlı başına ağır bir kitap, bir de böyle olunca arada üstüme çöken yorgunluktan ötürü kitaba ara vermek zorunda kaldım.

İnsan merakının ölümsüz olduğunu başından bilmeli ve duyurduğumuz sonuçların başkalarını da bilinmeyenin peşindeki çağlar boyu süren yola çıkmaya teşvik etmeye kafi geleceğini düşünmeliydik. (sayfa.43)

  Okurken Lovecraft çeşitli kişilere atıflar yapıyor, kendisini etkileyen diğer yazarları görebiliyoruz. Bir tanesi, Edgar Allen Poe. Kitapta bahsi geçiyor ve sadece adını görmek bile beni çok mutlu etti. Çok severim kendisini, şiirlerini ve kitaplarını. Lovecraft aynı zamanda başka kitabına da atıflarda bulunuyor ve bence bu çok ilginç bir şey. Kendi kitabından kendi kitabına selam yolluyor gibi düşünebiliriz.

  Betimlemeleri ve tasvirleri gerçekten çok kuvvetli. Zaten kitap başlı başına bunlardan oluşuyor ama sunuş şeklinin bıraktığı tat bambaşka. Güney kutbunda hayali bir yer kurguluyor önümüze ve öyle güzel tarif ediyor ki bunu, sanki içindeyiz, gerilimi gerçekten hissedebiliyoruz, soğuğu, fırtınayı, her şeyi. Korku bizi sarıp sarmalıyor. Önümüze yaratıklar sunuyor, ayrıca onlara bir isim de veriyorlar ekip olarak, Eskiler. Yıldız başlılar, kokuları gerçekten rezil ötesi ve Lovecraft’ın onları tarif ettiği bu kısımlarda tüylerim ürpermedi desem yalan olur.

ama bilinmeyenin cazibesi bazı insanlarda tahmin edildiğinden daha etkili oluyor. (s.113)

   Bilimsel veriler kullanılması da ayrıca bunu gerçeğe yakın kılıyor. Okuyucunun bunu realiteye uygun olarak kafasında daha rahat düşleyebilmesi, inandırıcılılığını arttırırken kavramak daha kolaylaşabileceği için bunu uygun görmüş sanırım Lovecraft.

ama bazı deneyimler ve imalar vardır ki, insanın iyileşmesine izin vermeyecek denli derinden yaralarlar ve geriye sadece o ilk dehşeti çağrıştıran, artmış bir hassasiyet bırakırlar. (s.116)

  Kitaplarda kullanılan korku unsurunun tadı ayrıca bambaşka oluyor. Okurken kendi kalp atışınızı duyacak raddeye geliyorsunuz, ancak bu sizin kitabın içine ne kadar girdiğinize de bağlı. Yüzeysel olarak okuyup geçmekle cümleleri tekrar tekrar okumak arasında çok büyük fark var. Frankenstein için de korkunç değil ya tarzı söylemler çok yaygın (en azından benim arkadaşlarım arasında) olduğundan, bu kitap hakkındaki yorumlara da göz atıp bunları görünce pek şaşırmadım. 1931’de yazılmış bir kitap ve o yıla göre bence aşmış bir kurguya sahip.

 Kitaptan tatmin oldum ancak nacizane fikrime göre bu kitabı ikinci kez, birkaç sene sonra tekrar okuduğumda bir şeyleri daha iyi kavrayacağımdan ve o mutluluk hissini yaşayacağımdan eminim. Kitabı gerçekten beğenmeme karşın okurken hafiften yorulduğumu hissetmemden ötürü tamamen içine giremedim, birkaç sene sonra görüşmek dileğiyle.

  İnsanlığın güvenliği ve huzuru için, dünyanın bazı karanlık, ölü köşelerinin ve el değmemiş derinliklerinin olduğu gibi bırakılması mutlak bir zorunluluktur, uyuyan tuhaflıklar dirilmesin ya da kafirce yaşayan kabuslar kara inlerinden kıvrılarak dökülüp, yeni ve geniş fetihlerde bulunmasınlar. (s.131)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder