Deliliğin Dağlarında (At the Mountains of Madness)
H.P. Lovecraft
Sayfa Sayısı: 132
Çeviren: Barış E. Alkım
Yayınevi: İthaki
3. Baskı, Şubat 2015,
İstanbul
Kitabı bitirdiğimde o tuhaflık hissini üzerimden atamadım. İlk
defa bilim kurgu ve korku unsurlarının bir arada kullanıldığı bir kitap
okudum (sanki binlerce kitap okumuşum gibi oldu biraz) ve gerçekten birazcık
afallamış hissediyorum kendimi şu an.
“Anlatmam gereken gerçeklerden kaçınılmaz
olarak kuşku duyulacak; yine de eğer mantıksız ve inanılmaz gözüken şeyleri
çıkaracak olsaydım, geriye hiçbir şey kalmazdı.” (sayfa.1)
Howard Philips Lovecraft’ın kendine özgü bir
yazar olduğu bir gerçek. Zor bir hayat yaşadığı ve bunun eserlerine yansıdığı,
gotik yazım tarzı ve hayran olunası benzetmelerinden, tasvirlerinden
anlaşılıyor. Kitabın arka kapağında yazan, yazar hakkındaki küçük kısmı da
ayrıca defalarca kez okudum ve her okuyuşumda içim titredi.
Miscatonik
Üniversitesi’nden bir araştırma ekibi Güney Kutbu’na çeşitli incelemeler yapmak
üzere giderler. Ancak bu çok önemli bir araştırmadır ve aynı zamanda özel
olarak yapılmış bir sondaj makinesi tarzı bir cihaz da kullanılmaktadır. Ekip
ikiye ayrılır, anlatıcımız, ve birkaç arkadaşı başka bir kısımda iken, diğer
grup ise çok uzağa gider. Telsizle yaptıkları haberleşmelerde arkadaşlarından
birisi olan Lake buldukları tuhaf canlı-yaratık kalıntılarından ve onlar
hakkında yaptıkları incelemelerden bahseder, kısa süre sonrasında ise onlardan
haber alınamaz.
Hemen apar topar harekete
geçerler ve onların yanına vardıklarında cansız bedenlerini, her yerin tamamen
harap ve dağınık halde olduğunu görürler. Sonrasında ise bu gizemli dünyaya
ayak atarak incelemelere başlarlar ve korkutucu gerçekleri kendi gözleriyle
görürler.
Tüm nicel kestirimler kısmen
tahminlere dayalıdır. (sayfa.91)
Kitapla ilgili söylemek
istediğim ilk şey, 132 sayfa boyunca sıfır diyalog olması. Bu benim işime
geliyor çünkü durgun fakat alt metni kuvvetli, gerilimi yavaş yavaş veren
kitapları seviyorum. Ancak ne yalan söyleyeyim, bazı kısımlarda boğulacak gibi
hissettim, gözlerim ağırlaştı ve kelimeler önümde uçuşmaya başladı. Zaten başlı
başına ağır bir kitap, bir de böyle olunca arada üstüme çöken yorgunluktan ötürü
kitaba ara vermek zorunda kaldım.
İnsan merakının ölümsüz olduğunu başından bilmeli ve duyurduğumuz
sonuçların başkalarını da bilinmeyenin peşindeki çağlar boyu süren yola çıkmaya
teşvik etmeye kafi geleceğini düşünmeliydik. (sayfa.43)
Okurken Lovecraft çeşitli
kişilere atıflar yapıyor, kendisini etkileyen diğer yazarları görebiliyoruz.
Bir tanesi, Edgar Allen Poe. Kitapta bahsi geçiyor ve sadece adını görmek bile
beni çok mutlu etti. Çok severim kendisini, şiirlerini ve kitaplarını.
Lovecraft aynı zamanda başka kitabına da atıflarda bulunuyor ve bence bu çok ilginç
bir şey. Kendi kitabından kendi kitabına selam yolluyor gibi düşünebiliriz.
Betimlemeleri ve
tasvirleri gerçekten çok kuvvetli. Zaten kitap başlı başına bunlardan oluşuyor
ama sunuş şeklinin bıraktığı tat bambaşka. Güney kutbunda hayali bir yer kurguluyor
önümüze ve öyle güzel tarif ediyor ki bunu, sanki içindeyiz, gerilimi gerçekten
hissedebiliyoruz, soğuğu, fırtınayı, her şeyi. Korku bizi sarıp sarmalıyor.
Önümüze yaratıklar sunuyor, ayrıca onlara bir isim de veriyorlar ekip olarak,
Eskiler. Yıldız başlılar, kokuları gerçekten rezil ötesi ve Lovecraft’ın onları
tarif ettiği bu kısımlarda tüylerim ürpermedi desem yalan olur.
ama bilinmeyenin cazibesi bazı insanlarda tahmin edildiğinden daha
etkili oluyor. (s.113)
Bilimsel veriler
kullanılması da ayrıca bunu gerçeğe yakın kılıyor. Okuyucunun bunu realiteye
uygun olarak kafasında daha rahat düşleyebilmesi, inandırıcılılığını arttırırken
kavramak daha kolaylaşabileceği için bunu uygun görmüş sanırım Lovecraft.
ama bazı deneyimler ve imalar vardır ki, insanın iyileşmesine izin
vermeyecek denli derinden yaralarlar ve geriye sadece o ilk dehşeti
çağrıştıran, artmış bir hassasiyet bırakırlar. (s.116)
Kitaplarda kullanılan korku unsurunun tadı
ayrıca bambaşka oluyor. Okurken kendi kalp atışınızı duyacak raddeye
geliyorsunuz, ancak bu sizin kitabın içine ne kadar girdiğinize de bağlı.
Yüzeysel olarak okuyup geçmekle cümleleri tekrar tekrar okumak arasında çok büyük
fark var. Frankenstein için de korkunç
değil ya tarzı söylemler çok yaygın (en azından benim arkadaşlarım
arasında) olduğundan, bu kitap hakkındaki yorumlara da göz atıp bunları görünce
pek şaşırmadım. 1931’de yazılmış bir kitap ve o yıla göre bence aşmış bir
kurguya sahip.
Kitaptan tatmin oldum ancak nacizane
fikrime göre bu kitabı ikinci kez, birkaç sene sonra tekrar okuduğumda bir
şeyleri daha iyi kavrayacağımdan ve o mutluluk hissini yaşayacağımdan eminim.
Kitabı gerçekten beğenmeme karşın okurken hafiften yorulduğumu hissetmemden
ötürü tamamen içine giremedim, birkaç sene sonra görüşmek dileğiyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder