1984 (Nineteen Eighty-Four)
George Orwell
Sayfa Sayısı: 350
Çevirmen: Celal Üster
Can Yayınları
57. Basım, Kasım, 2016
--
“Proleterler insan,” dedi sesini yükselterek. “Biz
insan değiliz.” (s.183)
Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir. Buna
izin verilirse, arkası gelir. (s.94)
Popüler olan her şeyi tüketmek garip bir haz duyuyoruz
çünkü beyinlerimizin başkaları tarafından kontrol edilmesi bize garip bir haz
veriyor. Kitap alacağımız zaman ilk olarak koşa koşa çok satanlara doğru
ilerliyoruz çünkü sürüden bağımsız olmak demek, özgürlüğe sahip olmak demektir
ve biz özgür iradeden tiksiniyoruz.
Açlık Oyunları’nı istediğimiz için
okumuyoruz, Dövüş Kulübü’nü sevdiğimiz için izlemiyoruz veya McDonalds’a güzel
yemekleri olduğunu düşündüğümüz için gitmiyoruz. Uyuşturulmaktan zevk aldığımız
için yapıyoruz bunu, farkındalık boyutumuzun yerlerde sürünmesi bizi
iyileştiriyor ve böylelikle beynimizi kullanmamış olmaktan büyük bir haz
duyuyoruz.
Hayatında ilk kez, bir şeyi gizli tutmak istiyorsan onu
kendinden de gizlemen gerektiğini anlıyordu. (s.305)
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü okuduktan sonra
sanal veya reel ortamlarda çokbilmişlik taslamak da epey hoşumuza gidiyor. Okuduktan
hemen sonra Facebook/Instagram/Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinde “yaa
çok etkilendiim benn, artıkk farklı bir insaan olucam .ss” tarzı söylemleri
yaparak büyük bir ironi oluşturuyoruz aslında. Ertesi gün de hiçbir şey olmamış
gibi Starbucks’a giderek entellik taslayabiliyoruz. O kadar ikiyüzlüyüz ki,
kitabın eleştirdiği şeyi anlamış gibi yaparak bir nevi yönünü bile saptırabiliyoruz.
Oysa ki ne demek istediğine dair en ufak
bir fikrimiz bile yok.
Kitap bir nevi karşı ütopya sunuyor bize,
yani distopya. Bireysellik tamamen yok olmuş, özel hayat diye bir şey kalmamış,
maneviyatınız sömürüye kurban gitmiş ve yapmanız gereken tek şey itaat etmek
olmuş. Çünkü Büyük Birader sizin her hareketinizi izliyor, her söylediğinizi
duyuyor ve hatta bir nevi düşüncelerinize bile hak iddia ediyor.
Bu
kitap bir ülkeyle bağdaştırılsa tarzı bir yoruma genellikle Kuzey Kore adı
altında cevap veriliyor. Tamam, doğruya doğru, ama siber ortam bu kadar meşhur
olduktan sonra hangimizin böyle olmadığı tam olarak söylenebilir? Yaşadığımız
ülkede, Türkiye’de ise bu kitaptan tamamen bağımsız bir konum geçerli kılabilir
miyiz kendimize?
Büyük Birader’in gözleri paranın üstünden bile sizi
izliyordu. Paraların, pulların, kitap kapaklarının, bayrakların, posterlerin,
sigara paketlerinin üstündne... her yerden. Hep sizi izleyen o gözler ve sizi
sarıp kuşatan o ses. Uykuda ya da uynaık, çalışırken ya da yemek yerken,
içeride ya da dışarıda, banyoda ya da yatakta... kaçış yoktu. Kafatasınız
içindeki birkaç santimetreküp dışında, hiçbir şey sizin değildi. (s.39)
Winston, Julia’yla tanışır. Ondan korkar ilk başta ama
bulduğu notta Julia ona sevgisini itiraf etmektedir. Buluşurlar, severler,
tutkuyla bağlanırlar ve aşık olurlar. İnsanların birbirini arzulamasının yasak
olduğu bir ortamda yakalandıkları an sonlarının geleceklerini bilmelerine
rağmen arkalarına bile bakmazlar. Sonu ise pek hayalimizdeki gibi olmaz. Winston işkenceye uğrarken
Julia’yı ispiyonlamış, ne yapacaksanız
ona yapın, demiştir. Julia da aynı şekilde karşılık vermiştir ve fiziksel
acının insanlar üzerinde oluşturduğu en yüksek zarar seviyesi görülmüştür.
Jula, birden, “Sana ihanet ettim,” deyivermişti.
“Sana ihanet ettim,” demişti Winston da. (s.316)
“İnsan insana nasıl hükmeder, Winston?”
Winston, biraz
düşünüp, “Açı çektirerek,” dedi. (s.290)
Burada değinmek istediğim birkaç nokta var. Sevgi her şeyden üstündür, cümlesini her
daim sapına kadar savunurum ama olayları okurken ön yargılarım paramparça oldu.
Evet, sevgi çok büyük ve kuvvetli bir şey, birçok engeli aşabilir ama işkenceyi
ve acıyı ne kadar aşabileceği malum. Bu kadar baskıcı bir ortamda sevdiğiniz
kişinin canının yanmasını isteyecek kadar bencilleşmek ise bir o kadar da
ürkütücü. İnsanın doğasının vahşiliği biraz da burada görülüyor işte.
Otoriteye karşı çıkmak için birtakım
faaliyetlere girişiyor Winston, ama yakalandığında ise ona bu yolda eşlik
edenler tarafından sırtından bıçaklanıyor. Çoğu zaman olan şey bu değil mi
zaten? En güvendiğimiz insanlar, bizi en iyi tanıyanlar, bizi en çabuk
yaralayabilecek ve canımızı yakabilecek özelliğe sahiptir. Çünkü her şeyimizi
bilirler.
Celal Üster’in de dediği gibi, bizi pes
ettiren şeylerden bir tanesi, “Elalem ne der?” anlayışı. Bu sadece kitaba özgü
bir şey elbette değil, özellikle şu anki dünyamızda toplumun insan üzerindeki
etkileri daha iyi saptanabiliyor. Bir şey yapacağız, deli gibi istiyoruz ama “haydaa, onlar ne der” moduna giriyoruz.
Winston’u baskı altında tutabilecek kapasiteye sahip kişiler (kişiliksizler
belki de) olmasaydı, ilerlediği yol şu an için çok daha farklı olabilirdi.
Sevdiğim diğer bir şey ise sizde büyük bir
afallama yaratması. Bu tarz kitapları okumayı seviyorum ama okurken bir
tahminde bulunmuyorum, çünkü sonunun pek şaşırtıcı olamadığı kanısında
oluyorum. Genelde beklediğim de oluyor ama bu kitap genellemelerin dışında.
İhanet eden o iki kişiyi öğrendiğim zaman geçirdiğim şok paha biçilemez. Mutlu
bir son da beklediğim pek söylenemezdi fakat böylesine vurucu olduğunu zerre
tahmin etmemiştim. Ağır bir şok dalgasının altında hiçliğe karışıverdim galiba.
Günce tutamazsınız, asla. Bunu yapmak
yasadışı değil, yasadışı diye bir kavram yok ama ölüme mahkum olmanız ve
işkence görmeniz kaçınılmaz. Düşünemezsiniz. Partiye karşı çıkmayı, Büyük
Birader’e karşı en ufak bir nefret beslemeyi aklınızdan bile geçiremezsiniz. Bu
yasadışı değil, direkt ölüm olarak sicilinize işleyecektir. Eğer bir siciliniz
varsa tabi.
Düşüncesuçu, ölümü gerektirmez: Düşüncesuçununn
KENDİSİ ölümdür. (s.40)
Bir de şu var. Winston ve sahte yandaşları konuşurlerken bunlar
soruyorlar işte:
“Peki, çıkarlarımız bir çocuğun yüzüne kezzap atmayı
gerektirirse, bunu yapmaya hazır mısınız?
“Evet.” (s.191)
Winston’un verdiği cevap pek çoğumuza aşırı derecede
vahşi görünmüştür, çünkü bana öyle göründü. Bütün engelleri aşarak bir şeylere
ulaşmayı hedeflesek bile masum insanlara, özellikle de çocuklara zarar vermek
iğrençlikten başka bir şey değildir.
Ama,
Ama. Ama. Bir ama var tabi ki. Winston
yakalanıp Sevgi Bakanlığı’na (aslında nefret) götürülüp hücreye tıkılıdığında
bir adamla karşılaşıyor. Bu adamın ölmek için sırada beklemesinin nedeni de,
uykusunda Büyük Birader’den nefret
ediyorum, diye sayıkladığı sırada 7 yaşındaki ufacık kızı bunu duyuyor ve
yetkililere ihbar ediyor ve adam neredeyse ölüme mahkum. Sonra da diyor ki,
demek ki iyi bir evlat yetiştirmişim ki beni şikayet etmiş, kendimden
utanıyorum ve kızımla gurur duyuyorum.
Bu o kadar büyük bir ironi ki aslında, siz anlayın.
“SAVAŞ
BARIŞTIR, ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR, CAHİLLİK GÜÇTÜR.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder